...
...
...
  • ...Kapı... (roman)(türkce)
  • Firuz Mustafa
  • Firuz MUSTAFA
    ...KAPI...
    YAZARDAN
    “...KAPI...” 1987-88 yıllarında kaleme alınmıştır. 1980’lerin sonunda bu eserin yayımlanması için birçok yayınevine ve dergiye başvurdum, ancak o dönemlerde hiçbir sonuç alamadım. Hatta o dönemin pek çok karanlığına ışık tutan “perestroyka” bile Firuz MUSTAFA
    ...KAPI...
    YAZARDAN olamadı. Oysa komşu Rusya’da birçok yazarın bir zamanlar yayımlanmamış veya "yasaklı" eserleri okuyuculara sunuluyordu. Benim “...KAPI...”m ise bir türlü açılmıyordu.
    Bugünlerde, bizde "sandık edebiyatı"nın olmadığını iddia etmek moda haline geldi. Elbette ki kendimi “baskı görenler” ya da “muhalifler” arasında saymıyorum. Ancak gerçek şu ki, “...KAPI...”dan parçalar yalnızca 1990’ların ortalarında çeşitli gazete ve dergilerde yayımlanmaya başladı. "Kalın" dergilerden biri ise eserin "düzeltilmiş"-kısaltılmış bir versiyonunu 1990’ların sonunda yayımladı.
    Ben mutluyum ki, artık “Karanlığa açılan KAPI, adeta o anlarda tanrının gözyaşlarıyla ıslanmış kurbanları kabul etmekten yorulmuştu” adını taşıyan (adı uzun olsa da, hacimce kısa olan) roman, nihayet uzun yıllar sonra okuyuculara tam bir şekilde sunuluyor.
    Not."Kapı" romanının janrı, yazar tarafından "roman-kantata" olarak tanımlanmıştır.
    Elbette ki, "kantata" bir müzik türüdür. Kantata, solistler, koro ve orkestra için yazılmış vokal-senfonik bir eserdir. Romanda olaylar, adeta farklı tempteki müzik parçalarının eşlik ettiği bir akışla ilerliyor. İşte bu yüzden yazar, romandaki bölümleri olayların ritmine uygun olarak kantatanın farklı formları (arietta, reçitatif, kavatina, ariozo, koro) ile adlandırmıştır.







    karanlığa açılan
    KAPI
    bu anlarda gözyaşlarına bulanmış
    kurbanları kabul etmekten sanki artık bıkmıştı

    Çiçekler, güneşli günlerde, elverişli koşullarda, hoş kokularını yayarak parlak yapraklarını açarlar. Ancak kasvetli, karlı ve dondurucu havalarda solup sararır, kokularını kaybeder, sertleşir ve sonunda ölürler. İnsanlar da çiçekler gibidir: Kaygısız ve özgür bir yaşam sürdüklerinde neşeli ve şefkatlidirler; ama zorlu durumlara, karmaşık ortamlara düştüklerinde öfkelenir, vahşileşir ve acımasız varlıklara dönüşürler.

    PROLOG. ... halk arasında "Maden" olarak bilinen yer - küçük bir dere yatağı - son yıllarda gri paltolu insanların denetimine verilmişti ve bu olaydan sonra dere bir daha akmamacasına kurumuştu. Bir zamanlar Alman mühendislerin yerel halkın yardımıyla bakır, demir ve altın çıkardığı "Maden", artık söylentilere göre bir mezarlığa dönüşmüştü. Bu sadece bir söylentiydi, çünkü o bölgede gerçekten neler olup bittiğini bilen kimse yoktu. Bilen biri varsa da susuyordu. Ama bazen, özellikle geceleri, "Maden" denilen yerden boğuk silah sesleri ve inlemeler duyulurdu. Söylenenlere göre, bir zamanlar altın çıkarılan yerde insanlar infaz edilir ve kurumuş nehir yatağına gömülürdü. İnsanlar bu konuda fısıltıyla, korkuyla, dikkatlice konuşur, "Maden"e doğru dikkatlice bakmaya bile cesaret edemezdi. Şehir merkezinden "Maden"e olan mesafe bir kaç saatlık yoldu.
    Şimdi o kurumuş dere yatağının yerinde kanlı bir sel akıyordu.

    GİRİŞ. ARİETTA. ...ve... bu gece O’nun tarafından idam edilen dördüncü kişi olacaktı – ve o gün ölmesi gereken son kişi. Çok geçmeden ağır bir şekilde açılacak olan meşe tahtalarından yapılmış kapıdan, iki silahlı muhafız eşliğinde bir kişi tökezleyerek eşiğe çıkacak, önce O’na dikkatli ve acıklı bir bakışla bakacak, ardından bu bakış donuk bir kayıtsızlığa dönüşecek, bir süre yerinde duracak, sonra sırtında tüfeğin soğuk namlusunu hissederek ağır adımlarla avluya doğru ilerleyecek. Oradan dar bir kapı onu gece karanlığına götürecek ve ardından ölüme, son durağına...
    O, şu anda içeride sorgulanan kişinin çıkarken tökezleyeceğinden ve ardından yüzüne acınası bir şekilde bakacağından emindi. Çünkü bugüne kadar, burada çalıştığı aylar boyunca, O, meşe kapının ardındaki sorgulamalardan çıkan herkesin aynı adımlarla, aynı yürüyüşle ve aynı yüz ifadeleriyle çıktığına defalarca tanık olmuştu. Ayrıca, bu eşiği geçmeden önce, o insanların yüzlerinin biraz farklı olduğunu çok iyi biliyordu; başka bir zamanda, yürüyüşlerinden, davranışlarından kolayca birbirlerinden ayırt edilebilecekleri belliydi. Genelde insanlar geniş ya da küçük adımlarla, farklı yüz ifadeleriyle içeri girerdi – korku, şaşkınlık, hayret... hatta gülümseyen yüzlere bile rastlanırdı. Ama meşe kapı onların önünde açıldığı andan itibaren, önceki ifadelerinden eser kalmazdı.
    Bundan emindi. Yüzlerde, gözlerde korku, şaşkınlık, hayret... hatta bazen bir tebessüm okunabilirdi. Ancak o andan sonra bunların yerini bambaşka bir şey alıyordu. Aslında, bu “şey”e yüz ifadesi demek doğru olmazdı, çünkü bu daha çok herhangi bir ifade eksikliği, bir tür donukluk, sersemlik ve bir de acınası bir haldi...
    Meşe kapı ardından kapandığında, insanların yüzlerinde hafif bir parıltı belirirdi. Bu parıltı, O’na nedenini bilmediği bir şekilde sonbahar güneşinin sönmekte olan ışınlarını hatırlatırdı. Ancak meşe kapı birinin önünde açıldığında, o kişi, her şeyin yakında sona ereceğini anlayarak, tüm korkularını ve umutlarını unutup kaçınılmaz olanı düşünürdü: acı... Bedenin ve ruhun acısı... Ölümden kaçamayacağını bilen kişi, onun hangi taraftan saldıracağını tahmin etmeye çalışırdı. Ölümün hangi yönden geleceği O’na bağlıydı ve şu an meşe kapının diğer tarafındaki küçük bir odada, küçük bir taburede oturmuş, dördüncü kişinin gelmesini sabırsızlıkla bekliyordu. O gece öldürmesi gereken son kişi...
    Onu bekliyordu, çünkü öldürmekten özel bir zevk aldığı için değil; hayır, sadece dördüncü kişiyi öldürdüğünde mesaisinin sona ereceği için. Günlük görevini vicdanıyla, olması gerektiği gibi yerine getirip silahını amirine teslim ettikten sonra evine gidecekti. Yıkanacak, karısının yanına uzanacak, çocuklarının uykulu nefeslerini dinleyecek, içinden bir dua okuyacak ve huzursuz bir uykuya dalacaktı... Ama mesainin bitmesine daha epey vakit vardı...
    Yakında meşe kapı açılacak, yaklaşık yarım saat sonra köyün o tarafında boğuk bir silah sesi duyulacak, bir yerlerde köpekler havlayacak, nadir ışıklı evlerin kapı ve pencerelerini karanlık dolduracak, her şey sessizleşecek ve sadece köyü ikiye bölen derenin şırıltısı duyulacaktı. Bu derenin şırıltısında korkutucu bir şey vardı; bunun ne olduğunu uzun süre anlamaya çalışacak, ancak sonuçsuz kalacak ve bu anlaşılmaz korkudan kaçarak, günleri birer birer geçirip, akşamları ertesi günkü işleri düşünerek, dualarla geceden sabaha varacaktı...
    Ertesi gün, meşe kapı yine üç-dört kez açılıp kapanacak, O’nun gözlerine donuk bir ifade ile bakan, yüzünde hiçbir duygu belirtisi olmayan gözler dikilecek ve dışarı çıkan kişi, kurbanlık bir koyun gibi, O’na doğru, kendisini bekleyen ve bir o kadar tanıdık ve yakın olan ölüme yürüyecekti. Bu kişi başka biri olacaktı, tıpkı dünkü kişinin önceki günkü kişi olmadığı gibi, yarınki kişi de bugünkü kişi olmayacaktı...
    Ve insanların, onları yutan gecelerin ve bu geceleri rahatsız eden silah seslerinin sonu gelmiyordu. O’nun huzursuz rüyalarının da sonu görünmüyordu...
    O burada ne kadar çalıştığının hesabını kaybetmişti. Ama işe başladığı günü, o günün renklerini ve kokusunu, güneşli günü karanlık bir geceye dönüştüren karanlığı ve o gecenin korkusunu, o korkunun tüm ağırlığını ve acısını çok iyi hatırlıyordu.
    Okuma yazmayı amcasından öğrenmişti. Okuyup yazmayı bilen, sakin bir insandı; başlangıçta katip olarak çalışmış, bu işten ailesini geçindirmişti. Anne babasını daha çocukken kaybetmişti. Şimdi evli olan kız kardeşi ile ağabeyini amcası büyütmüştü. Ağabeyi doktordu, eğitimini yurtdışında, Almanya'nın bir şehirlerinden birinde almıştı... Evet, bir zamanlar, yani otuz-kırk yıl kadar önce, onların yakınında "Maden" adlı bir yerde altın çıkarılıyordu. Oradaki mühendisler ve işçilerden sorumlu kişi, iri yapılı, yaşlı bir Almandı. O’nun amcası, ilköğretim görmüş ve bir memurun yanında çalışmış biriydi; birkaç mühendisle tanışıyordu; bunlardan biri Hans adında, sık sık onların yanına gelirdi. Hans, amcasından yerel lehçeyi, yazıyı ve gelenekleri öğrenmeye çalışıyordu; zayıf, çilli, çevik ve çalışkan bir Almandı. Hans da, sırasıyla, ağabeyine Almanca öğretiyor ve boş zamanlarında onunla ders yapıyordu. Hans, bazen tüfeğini alıp ağabeyiyle avlanmaya da çıkardı… Daha sonra Hans ve onun amcası, ağabeyini bir Alman şehrine eğitim almaya gönderdiler. Ağabeyi altı yıl sonra oradan döndü; eğitim almış, doktor olmuş ve karakter olarak olgunlaşmıştı. O zamanlar ağabeyine, göğsündeki rozeti olan kıyafetlerine, davranışlarına, hal ve tavırlarına imreniyordu… O da Hans’ın memleketinde eğitimine devam etmek istiyordu, ama amcası buna razı değildi, çünkü yakında Almanların buradan ayrılacağını söylemişti. Gerçekten de bir süre sonra huzursuzluk başlamış, Maden'de çalışan Alman mühendisler yavaş yavaş ayrılmaya başlamıştı. Maden'den en son ayrılan Hans olmuştu; vedalaşırken, çilli Alman amcasına ve ağabeyine sarıldı. Hans’ın gözleri yaşlarla doluydu, amcası da üzülmüş, ağabeyi hıçkırıyordu. Ama Hans, O’nu eğitim almaya göndermediği ve O’nunla ders yapmadığı için bu çilli Alman’ı pek sevmiyordu.
    Önceleri katipti; amcasının O'na öğrettikleri – yazmak ve okumak – işine yaramıştı. Ağabeyi kadar eğitimli olmasa da okuyup yazmayı biliyordu. Daha sonra uzun bir süre kasaplık yaptı. Bu işi seviyordu: Hayvanlara – koyun ya da inek olsun – uzaktan bir bakışta ağırlığını tam olarak söyleyebiliyordu. Ailesini oldukça iyi geçindiriyordu. Okuma yazma bildiği için bazen komşularına da yardım ederdi – mektup yazardı ya da çocuklara alfabe öğretirdi… Helal kazanç elde etmeyi seviyordu, müşterilerini asla kandırmaz, eksik tartmazdı. Zor durumlarda uzun süreli borç bile verirdi. Fakirlere ve düşkünlere yardım etmeyi O, kendi borcu sayıyordu.

    KORO: – Tak-tak-tak-tarak!..
    Sonra silah sesleri kesildi, boğuklaştı:
    – Pıff-f-f…
    Sonra çevreye bir sessizlik çöktü.
    Ve sonra salyangozlar şarkı söylemeye başladı.
    Toprak, Göklerin nemini emdi.
    Salyangozlar ise her tondan kendi şarkılarını söylüyorlardı.

    REÇİTATİF. Dünyanın yaratılışından beri yeryüzüne böcekler, kuşlar, hayvanlar ve insanlar gelir ve gider. İnsanlar doğdukları günden itibaren ölümden kaçmaya çalışır, fakat farkında olmadan ölüme doğru koşarlar. Hayatın anlamı nedir? Eğer hayatın son durağı ölümse, tüm bu acı ve ızdıraplar neden?

    Çağlar boyunca, yüzyıllardır yolları sonu görünmeyen yollarda yürüyen, koşan, sürünen insanların kaderi ve yaşamı çoğu zaman pamuk ipliğine bağlıdır. İnsanlar kendileri, dünya ve ölüm hakkında düşünür, ancak ne kendilerinden, ne dünyadan, ne de ölümden kaçıp kurtulabilirler.
    Mardan Halık oğlu da ne kadar çabalasa da kendisinden kaçmayı başaramıyordu. Beşinci aydır kaçak hayatı yaşıyordu. İçini kemiren, kurtlar gibi ruhuna saldıran sorular ona rahat vermiyordu: Geri dönmeli miyim, yoksa dönmemeli mi? Beni öldürürler mi? Benim suçum ne, beni neden cezalandırıyorlar?..
    Saklandığı, kimsenin uğramadığı yerlerdeki eski bir barakadan, bütün çevre avuç içi gibi görünüyordu. Bu yerlerde tek bir canlı ruh bile yoktu…

    Soğumaya başlamıştı. Geceleri yatak yerine yere serdiği paçavralar sabaha kadar nemleniyordu. Son zamanlarda göğsünde kuruluk, dizlerinde ağrı, kollarında güçsüzlük hissediyordu. Ayrıca, ölümle arasındaki mesafenin kısaldığını da fark ediyordu – bu mesafe çok küçük, bir karış ya da birkaç karış olabilirdi; ancak ölümünün nasıl gerçekleşeceğini kestiremiyordu.

    O, hapishaneden kaçmıştı. Bu yer daha önce hapishane değildi, ama onu tutuklayıp oraya kapatmışlardı; üstelik sadece onu değil, dört kişiyi daha. Toplamda beş kişiydiler. Bir zamanlar bu yerde kutsal ayinler yapılır, dualar okunur, namaz kılınır, ölmüşler hayırla anılırdı. Şimdi ise bu kutsal yer geçici olarak hapishaneye dönüştürülmüştü. Yapının duvarları lekelerle kaplıydı, havası ağır, boğucu ve mide bulandırıcıydı; gözleri yakıyordu. Kan, idrar ve dışkı kokularının karıştığı iğrenç bir koku mahkûmların ciğerlerine işliyor, nefes almayı zorlaştırıyordu. Bir zamanlar kutsal sayılan bu yer artık onlar için hem yatak odası, hem mutfak, hem de tuvaletti.

    Mardan Halık oğlu hâlâ ne suçunun ne de tutuklanma sebebinin tam farkındaydı. Ancak kendisini sorgulayanların sözlerinden, onun tehlikeli bir suçlu olarak görüldüğünü anlamıştı: O’na, rüyasında bile görmeyeceği suçlamalar yöneltilmişti.

    İlk karşılanma (sorğu)
    – Adınız, baba adınız, soyadınız…
    …– Yaşınız, mesleğiniz, adresiniz?..
    …– Kendinizi suçlu olarak görüyor musunuz?..
    İlk sorulara sakin bir şekilde cevap verdi, ancak "suçlu" kelimesi geçtiğinde nefesi kesildi, kulakları uğuldadı ve kendini tutamayıp öfkeyle sorgu yapanın üzerine atıldı:
    – Asla!.. Ben suçlu değilim!
    – Elimizde, sizin devletimizin temellerini sarsan suçlar işlediğinize dair kanıtlar var…
    – Birincisi, ben bu devlete yirmi yıl boyunca sadakatle hizmet ettim. İkincisi, eğer bir kişi bu devletin temellerini sarsabiliyorsa, bu nasıl bir devlettir?
    – Sorudan kaçmayın. Peki, öyleyse söyleyin, önceki devlete de aynı şekilde sadık hizmet ettiniz mi?
    – Evet… Başka nasıl olabilir ki?..
    – Sorulara net ve açık bir şekilde cevap vermeniz gerekiyor… Devletimize karşı faaliyet gösteren bir örgütte çalışmaya ne zaman başladınız?
    – Böyle bir örgütü bilmiyorum… Ve asla böyle bir örgütün üyesi olmadım…
    – Bu örgütün üyelerinden kimleri tanıyorsunuz?
    – Böyle bir örgütün varlığını bilmiyorsam, üyelerini nasıl tanıyabilirim?..
    …Mahkumlara döndükten sonra uzun süre kendine gelemedi. Öfkeden elleri titriyordu, dudakları titriyordu. İçinde sanki bir ateş yakılmıştı ve o ateşin dumanı kıvrılarak başının tepesinden yukarı çıkıyordu. "Benim suçum ne, kime ne kötülük yaptım? Sıradan bir öğretmen olarak çalıştım, çocuklara yazmayı ve okumayı öğrettim…"
    O akşam mahkûmlara verilen bir parça ekmek ve bir bardak sudan vazgeçti. Gardiyan, ekmeği ve suyu sessizce geri götürdü.

    АRİOZA.– Burası Allah’ın kutsal evi. İlk kez burada bilimler ve okuma-yazma öğretilmeye başlandı. Bu nedenle içeri girdiğimde ayakkabılarımı çıkardım ve salavat getirdim. Ama şimdi bakıyorum da, burada kutsallıktan eser kalmamış. Mihrab yıkılmış. Mihrab nedir, biliyor musunuz? Kâbe’nin yönünü gösteren hücre. Minber ise daha kötü durumda. Minber nedir? Vaizin oturduğu kürsü. Peygamber, miraçtan önce kutsal bir yere götürüldü ve o yerin nerede olduğunu Allah’tan başka kimse bilmiyordu. Şimdi o yerde El-Mescid El-Gasa yükseliyor. Evet, söylemek istediğim şu: Kutsal bir yere adım atan kişi, kutsal duygularla yaşamalı. Böyle bir kişinin kalbi kin ve nefretten arınmış olmalı. İnsan kanı döken lanetli kimse ise, er ya da geç kendi yarattığı kan gölünde boğulacak ve batacaktır. Bundan emin olabilirsiniz. İnanmıyor musunuz? Bek Ağa her zaman bir öngörücü olmuştur. Yaşarsınız – görürsünüz. Ölürsünüz – başkaları görür. Herkese kutsal bir yerden ölüme gitmek nasip olmaz. Ve eğer ölüme giderseniz, başınızı dik tutun, karşınıza çıkanı selamlayın, bu kişi celladınız bile olsa. Böyle davranırsanız, asla bir şeyden endişe etmeyin, her şey yolunda olacaktır.

    İkinci karşılanma (Sorgu):
    – Adınız, babanızın adı, soyadınız…
    (Birçok soru tekrar edildi).
    – Pedagojik faaliyetlerinizde eski rejim için propaganda yaptınız, toplumumuzun başarılarına açıkça karşı çıktınız…
    – Asla…
    – Eski alfabeyle eğitim verdiniz…
    – Evet… Çünkü yeni alfabeyi henüz tam anlamıyla öğrenemedim…
    – Dini propaganda yaptınız…
    – Hayır…
    – Allah’a inanıyor musunuz?..
    – Eh işte… Açıkçası, bunu açıklamakta zorlanıyorum…
    – Öyleyse ateist propaganda yapmayı nasıl başarabiliyorsunuz?..
    – Allah’la işim yok…
    – Toplumumuzda genellikle karanlık yönler mi arıyorsunuz?..
    – Bilincime sığmayan şeyleri eleştirdim. Hoşuma gitmeyen şeyleri herkesin önünde açıkça söyledim…
    – Bu tür davranışlarla, halkın gözünde otoritemizi karalamaya çalıştınız. Devletimizi alaya almaya çalıştınız…
    – Kesinlikle hayır!.. Asla…

    İlk mektup. "Halkların sevgili babası! Büyük liderimiz!
    İlk olarak, size ve sizin şahsınızda tüm yönetime, devletimize, bizimle ilgilenme konusundaki derin şükranlarımı ifade etmeme izin verin.
    Ben kimim? Hiç kimse! Sıradan bir vatandaş. Tüm hayatım boyunca sizin ve ideallerinizin sadık bir hizmetkarı oldum. Bu dünyadan ne bir şikayetim ne de herhangi bir beklentim var. Sistemimizden, onun yasalarından ve düzeninden fazlasıyla memnunum. Şahsen bana her şeyi verdi. Toprak verdi, mutluluk verdi, güzel bir aile ve üç çocuk hediye etti. Ben de bunun karşılığında ona elimden gelen her şeyi yaptım. Tüm hayatım boyunca onun düşmanlarına karşı acımasız oldum. Elimden geldiğince, gücünüzün önünde eğilmeyenlerin başlarını kesmeye, getirdiğiniz iyilikleri görmek istemeyenlerin gözlerini kör etmeye, adınızı duymak istemeyenlerin kulaklarını kesmeye çalıştım. Bu yolda çok acılar çektim. Bugüne kadar, elliden fazla halk düşmanını kurşuna dizdim, on beşten fazla aileyi sürgüne gönderdim, iki gizli örgütün faaliyetlerini ortaya çıkardım ve kaç haydut ile eşkıyayı cezalandırdım. Ama şimdi, bana bilinmeyen nedenlerden dolayı, beni de tutukladılar. Sözde bir gizli örgütün üyesiymişim. Sanki dini kabul ediyormuşum, Allah’a inanıyormuşum gibi. Bu tamamen yanlış. Çünkü ben yeni düzene sadakatle hizmet ettim. Bana verilen tüm görevleri layıkıyla yerine getirdim, tüm bilinçli hayatımı halkın mutluluğuna adadım. Ama şimdi beni bir suçlu gibi yakaladılar. Suçum ne? Tabii ki, hayatımı adadığım yüce ideallere ulaşmak için her türlü sınavı geçmeye hazırım. Ama yemin ederim ki, üzerimde hiçbir suç yok. Devletimizin her yerinde saygıyla anılan hapishanemizde bana çok iyi davranıyorlar. Bulunduğumuz oda geniş ve aydınlık. Ancak, afedersiniz, buraya bir tuvalet yapmayı unutmuşlar... Eskiden burası kutsal bir yerdi – bir ibadet mekanı. O zaman belki de tuvalete ihtiyaç yoktu. Ama şimdi, burası bir devlet kurumu olduğundan, büyük bir eksikliği hissediliyor. Kaç gündür ihtiyaçlarımızı burada, köşede gideriyoruz… Bu kuruma girişte sizin büyük ve güzel bir portreniz asılı. Ancak bir köşesi kararmış. Bana göre, sizin ve toplumumuza kara gözlüklerle bakanlar bilerek kararttı. Onların cezalandırılmasını talep ediyorum…
    Burada bize gerçekten çok iyi bakıyorlar. Soruşturma kaç gündür devam ediyor. Soruşturmayı çok insancıl, harika, kibar ve aydın bir... insan yürütüyor. Ancak bazen sorgulamalardan sonra bizimle biraz şaka yapıyorlar, üstelik el şakasıyla... Bugün birdenbire beni sorgulamaya başladılar ve açıkçası biraz kaba şakalar yaptılar... Altı dişimi kırdılar, kaburgalarımı ezdiler... Yüzüme su serpip beni kendime getirdiler... Hayır, hayır! Şikayet etmiyorum ve yasalarımıza karşı bir memnuniyetsizlik ifade etmiyorum. Ne yapalım, bazen bu tatsız şakaları tolere etmek zorundayız.
    Toplumumuza, devletimize her zaman sadakatle hizmet ettim ve bundan sonra da herhangi bir emri yerine getirmeye hazırım... Kendimi politik olarak bilinçli, manevi olarak olgun, zihinsel olarak gelişmiş ve fiziksel olarak sağlam hissediyorum. Bunu beni tanıyan herkes onaylayabilir. Sürekli kendim üzerinde çalışıyorum. Politik olgunluğumu geliştirmek için buradaki yoldaşlar ellerinden gelen her şeyi yapıyor. Beni bir yanlış anlama sonucu tutukladılar. Sizden değerli zamanınızdan birkaç dakikanızı ayırıp mektubumu okumanızı ve serbest bırakılmam için özel bir karar almanızı rica ediyorum... Sizi temin ederim ki, hapisten çıkar çıkmaz hayatımın geri kalanını ideallerinizi yaymaya adayacağım, düşmanlarınıza karşı daha da acımasız olacağım ve küllerini rüzgarda savuracağım.
    Bu mektubu Mardan Halık oğlu yazıyor. O da burada benimle birlikte. O da sizden ve adaletli politikanızdan memnun. Hayatı boyunca katiplik ve öğretmenlik yapmış olan Mardan Halık oğlu da hiçbir suç işlememiştir. Hayır, eğer bir hata yaptıysa, gelecekte suçunu telafi edecektir. Ancak ben hiç hata yapmadım.
    Söz veriyorum, hayatımın geri kalanını size sadık bir şekilde hizmet ederek geçireceğim. Beni boşuna Allahkulu diye çağırmışlar. Ben Allah'a inanmıyorum. Ben yalnızca sizin kulunuzum. Ben - liderin kuluyum.
    Saygılarımla: Allahkulu.

    REÇİTATİF. ...O akşam, onlarla birlikte olan mahkûmlardan biri geri dönmedi... Sonra iri yarı bir gardiyan birini sürükleyerek getirdi ve içeri itti. Mardan Halık oğlu onu tanıdı: Bu, Adil'in etrafında dolanan adamlardan biriydi, sanırım adı Allahgulu’ydu. Onu her gün buradan alıp çuval gibi sürükleyerek götürür ve yine aynı şekilde bir köşeye geri attılar.Kendi suçunun ne olduğunu bilmediğini söylüyordu: Her zaman itaatkâr olmuş, üstlerinin emirlerini yerine getirmiş... Söyleyecek şeyleri olduğunu da söylüyordu ama yazmayı bilmediği ve pek de okur-yazar olmadığı için, söylemek istediklerini yazıya dökmesini rica etti. Mardan Halık oğlu, kötü kokulu odanın bir köşesine yerleşerek Allahgulu’yu dinlemeye başladı. Allahgulu’nun yüzü parçalanmıştı ve hali gerçekten korkunçtu. Dertleri ve talepleri o kadar uzundu ki...
    O gece, köyün kenarından boğuk silah sesleri geldi.
    Mardan Halık oğlu bu seslerle irkildi ve dinlemeye koyuldu – sanki kurşun parçacıkları bedenine saplanıyordu... Bedeni soğuk terle kaplandı. Dizleri titremeye başladı... Diğer tutukluyu tanıyamadı. Adı Aslan’dı. Genç bir adamdı. Söylentilere göre onu o kadar dövmüş ve işkence etmişlerdi ki, son günlerinde kan kusuyordu. Bir bacağını sürüklüyordu... Mahkûmlar arasında en yaşlı olan kişi ise çevrede herkesin saygı duyduğu biriydi; aynı zamanda bir şeyhti; halk arasında "Bek Ağa" olarak biliniyordu. Dini propagandadan dolayı hüküm giymişti. Nedense gardiyanlar onu dövmezdi, ya korktuklarından ya da saygılarından... Bek Ağa’nın beyaz, tüylü kaşları ve uzun bir sakalı vardı. Ama parmakları garipti: beyaz, narin, uzun. Neredeyse bir genç kızın parmakları gibi. Mardan Halık oğlu ile yakından tanışık olmamalarına rağmen hızla ortak bir dil buldular... Bek Ağa şakacı biriydi. Şeyhin daha önce sadece duyduğu bu iyimserliği ve canlılığı ona da bulaşmıştı. Şeyh, ölümden korkmamak gerektiğini, ölümün vaktinde geldiğini ve gideceği adresi kolayca bulduğunu söylüyordu. Ölümü, hoş bir uyku, kaderin bir mesajı gibi bekliyordu. Dünyanın iyi ile kötü, iyilik ile kötülük arasındaki sonsuz bir mücadele olduğunu anlatıyordu; eğer bu mücadele olmasaydı, dünyamızın da var olmayacağını söylüyordu. Kötülüğün kısa süreli zaferlerini doğal bir şey olarak görmek gerektiğini ifade ediyordu; çünkü iyiliğin sonsuza dek yaşayabilmesi için kötülüğün bazen galip gelmesi gerektiğini söylüyordu. Eğer dünyada kötülük olmazsa iyilik de ayırt edilemez ve o zaman dünya çökerdi...
    Mardan Halık oğlu, şeyhi dikkatle ve saygıyla dinledi…
    …ve aynı gece kaçmaya karar verdi. Ancak gardiyan tetikteydi, sanki bir şeyler hissediyordu. Beklemeye sabrı yoktu. Kesin bir şekilde karar verdi: ya kaçacak ya da ölecekti. Zaten ölüm her durumda onun önünde duruyordu. Kaçmaktan başka bir seçenek yoktu; aniden silahlı gardiyana atılarak onu boğmaya başladı. Onu öldürmeyi düşünmemişti, ama ellerinde çırpınan adamın şiddetli direnişini görünce tüm gücünü topladı ve ellerinin olağanüstü bir güçle dolduğunu hissetti. Gardiyan araba tekerleği gibi hırıltılar çıkararak sustu. Gece karanlığında gözleri fırlamış bir şekilde parladı. Allahgulu korkuyla bir çığlık attı ve sanki kendisi boğuluyormuş gibi inledi… Mardan Halık oğlu, cansız bedeni ellerinden bırakarak şaşkın bir şekilde etrafına baktı, arkadaşlarını gözleriyle taradı. Aslan, sürünerek bacaklarını çekiştirerek karanlık bir köşeye çekildi…
    Bek Ağa aceleyle onu kutsadı: "Eğer bir insanı öldürerek günah işlediysen, Yüce Allah seni affetsin; dünyada bir kötülük daha azaldı, alçağı cezalandırdın. Eğer kıyamet günü dirilirse, günahını anlayacaktır."
    Ancak ona gardiyanın ölmediği, hala hayatta olduğu gibi geldi; kapının yanındaki ceset büyük bir kütük gibi görünüyordu. Mardan Halık oğlu düşündü, tereddüde düştü. Titremeye başladı. Ama düşünecek vakti yoktu. Gardiyanın tüfeğini alarak sıkıca koltuğunun altına sıkıştırdı ve gecenin derinliklerine doğru gitti. Sonrasında, boğduğu adamın fırlamış gözlerini sık sık görür gibi oldu…
    Çok uzakta, çok uzaklarda salyangozlar şarkı söylüyordu.
    Sabaha karşı yeniden silah seslerini duydu. Ya birini daha vuruyorlardı ya da onu arıyorlardı…

    KAVATİNA. Az sonra korkunç bir gıcırtıyla meşe kapı açılacak ve silahlı muhafızlar, idama mahkûm edilmiş bir adamı ona teslim edecek. O ise tüfeğinin süngüsünü mahkûmun sırtına doğrultarak onu avluya çıkaracak. Bu sırada kontrol noktasındaki üç muhafızdan ikisi, eski bir lambanın cılız ışığında uyuşuk bir halde bekleyenlerden, avluya hızla çıkacak; biri, eski lambanın yanında duran yeni bir fener ve bir demir kürek alacak, dışarı çıkarken feneri yakacak. Diğeri ise sadece tüfeğini alacak. Sonrasında üçüncü muhafız onları — onu, diğer muhafız arkadaşlarını ve idama mahkûm edilen kişiyi — avlu kapısına kadar götürecek, dışarı çıkaracak ve geri dönecek. Onlar ise geniş bir kırsal yolu takip ederek ormana, "Maden Ocağı" denilen yere doğru ilerleyecek. Önde yine o yürüyecek, ardından yeni fener ve tüfek taşıyan muhafız, en arkada ise yalnızca tüfek taşıyan muhafız aceleyle ilerleyecek. Bu kısa ve uzun (kime göre neye göre!) yolu sonuna kadar yürüyecekler, sonunda "Maden Ocağı" denilen yerde duracaklar. Yeni fener taşıyan muhafız fenerin ışığını idama mahkûm edilen kişinin üzerine çevirecek. O ise tüfeğini kaldırmadan, mahkûmu baştan ayağa süzerek nişan alacak uygun bir nokta arayacak. O noktayı bulduğunda, bu yöne doğrultacak, kendi kendine bir şeyler mırıldanarak (duasını) ona verilen görevi titizlikle yerine getirecek. Ardından aynı yoldan muhafız arkadaşlarıyla geri dönecek, silahını amirine teslim edecek, evine gidip yüzünü yıkayacak, karısının yanına uzanacak ve çocuklarının uykudaki nefes alışverişlerini dinleyerek, içinden dua okuyarak uyuyacak...
    O, öldürdüğü insanların sayısını uzun zaman önce kaybetti. Başta sayıyordu: bir, iki, üç, on, elli… Görünüşe göre, sayı yüzü geçtiğinde şaşırmıştı. O’nun göreve gelmesinden bir ay önce, insanları gruplar halinde, koyunlar gibi mezbahaya sürerek idam ediyorlardı. O zamanlar, atışlar daha uzun sürüyordu. Ancak bu yasa bir şekilde iptal edildi. Kimisi, uzun süren atışların yerleşim sakinlerinin huzurunu bozduğunu söylüyordu, kimisi ise aynı anda çok sayıda idam edilen kişinin gömülmesinin zor olduğunu, aceleyle gömülen cesetlerin sabaha kadar sokak köpekleri tarafından kazıldığını, parçalandığını ve çevreye iç organların saçıldığını öne sürüyordu. "Maden" denilen yerde sık sık kemikleri sıyrılmış kafataslarına, kol ve bacaklara rastlanabiliyordu. Rüzgâr, bazen onların mide bulandırıcı kokusunu bu taraflara kadar taşıyordu...
    O, vurduğu ilk insanın yüzünü çok iyi hatırlıyordu. Ama nedense sonradan vurduğu insanları net bir şekilde hatırlayamıyordu… Evet, bu, O’nun yeni bir göreve terfi ettiği ilk günlerdi; ona yeni bir kıyafet, şapka, ayakkabı verilmişti. Tüfeği de yeniydi: kendisini kasap kütüğünden yeni bir göreve yükselten ve O’nun siyasi görüşleri, bilimsel bilgileri, eğitimi, suskun kalma becerisi... kısacası her şeyiyle ilgilenen Adilov adındaki amiri, ona ilk tavsiyelerini verip gelecekteki işlerinde başarılar dileyerek yeni görev yetkilerini onun ellerine teslim etmişti...
    Evet, o zamanlar kıştı. Hava çok soğuktu; öyle ki, buz kesmiş ağaçların insanı dehşete düşüren uğultulu sesleri bile donmuş gibi hareketsizdi… Küçük bir taburede oturarak, dikkatle dinliyordu. Ağır meşe kapının arkasında bir konuşmayı seçmeye çalışıyordu. Ancak oradan, ara sıra duyulan inlemeler ve boğuk vuruşlar dışında hiçbir şey duyulmuyordu. Sanki birini dövüyorlardı. Sanki biri merhamet dileyerek hıçkırıyordu.
    Sonra sesler kesildi.
    Ardından su sesi duyuldu.
    Sonrasında ise hafif adım sesleri… ve nihayet, ağır meşe kapı açıldı. İki silahlı adamın önünde zar zor ayakta duran, iskelet gibi zayıf, bitkin bir adam belirdi: odanın loş ışığında, daha çok bir hayaleti, bir gölgeyi andırıyordu.
    O, hemen ayağa kalktı. Tabure yana devrildi. Tüfeğini alıp öne doğru ilerledi. Onu iyice eğitmişlerdi. Cezanın nerede ve nasıl infaz edileceğini iyi biliyordu…
    Tüfeği göğsüne işlevsel bir şekilde yasladı, zar zor ayakta duran ve ona acıklı bir şekilde bakan adama başını sallayarak emir verdi: “İleri, kapıya!” ve kendisi de onun peşinden ilerledi. Ölüme mahkûm edilen adam, sendeleyerek avluya çıktı. O, ölüme mahkûm adamı bir an olsun gözden kaçırmak istemiyordu: suçlu kaçabilirdi. Ancak çok daha sonra anladı ki, meşe kapının arkasından çıkan hiç kimse kaçamazdı – orada, içeride yapılan “hazırlıktan” sonra bırakın kaçmayı, böyle bir girişimde bulunmak bile imkânsızdı... Hayır, iki-üç kez böyle girişimler olmuştu. Üç-dört ay önce, meşe kapının arkasındaki yoğun bir “hazırlıktan” sonra ona yapılı bir genç teslim edilmişti. Dikkatli olması gerektiği, çünkü bu adamın bir öküz gibi güçlü olduğu ve kaçmak isteyebileceği söylenmişti… Göründüğü gibi, haklı çıktılar: Böyle bir girişim yolda gerçekleşti. “Boğa” tüfek, fener ve demir kürek taşıyan muhafıza saldırdı; bir anda tüfek eline geçti ve hemen onlara doğrulttu (ellerindeki ipleri nasıl çözdü?). Tetiğe basmaya hazırlanıyordu ki zamanında gelen bir silah sesi onu durdurdu: Kurşun “boğa”yı yere serdi. İdam cezasına çarptırılan kişi, fener taşıyan muhafızın tüfeğinin dolu olmadığını bilmiyordu; tetiğe bassa bile hiçbir şey olmayacaktı. Aslında, ikinci muhafızın tüfeği de dolu değildi – yedek mermileri cebinde taşıyordu. Sadece onun tüfeği her zaman kullanıma hazırdı. Birkaç kez, ya mermiler nemli bir yerde beklediği için ya da barut az olduğu için, sonuçta silah ateş almadı ve yedek tüfekle mermilere başvurmak zorunda kaldı…
    Sonrasında bile, vurduğu ilk kişiyi hatırladığında, titreme tutuyordu. Neden? Kendisi bile bilmiyordu. O’ysa vurduğu insanları çoktan saymayı bırakmıştı. O zaman, ölüm cezasına çarptırılan kişiyi Maden’deki yere götürdüğünde, titreyen ellerle tüfeği kaldırdı ve tetiğe basmadan önce, o zamana kadar vurmadığı bu kişiyi uzun uzun süzdü, nereye, hangi noktaya ateş edeceğini düşündü. O’na, her suçlu için iki kurşun ayrıldığını ve bunun görevi yerine getirmek için yeterli olması gerektiğini söylemişlerdi.
    Görevin nasıl yerine geleceği, o zamana kadar vurmadığı bu insana isabet eden kurşunlara bağlıydı. Elbette, bu kişi tümüyle büyük bir hedef gibi görünüyordu ama bu hedefin hangi noktasına ateş etmek gerektiği daha önemli bir sorundu...
    İdam cezasına çarptırılan kişi, fenerin loş ışığında sessizce, hareketsiz bir şekilde duruyordu. Elleri arkadan bağlı olduğu için göğsü biraz öne çıkmıştı ve bu ona garip bir gurur havası veriyordu. Onun neden idam cezasına çarptırıldığını bilmiyordu. Her halükarda, onun hangi günahlarından ötürü öldürüldüğünü bilmek fena olmazdı. Ama ne olursa olsun, bir insan öldürülüyordu; bu talihsiz insan sadece bir kez bu dünyaya gelmişti, bir kez yaşama hakkına sahipti ve şimdi sonsuza kadar bu dünyadan ayrılıyordu. Silah sesi duyulacaktı… İşte, hepsi bu… Yakında ne insan kalacaktı, ne acı, ne de ızdırap…
    Belki de güvenlik görevlileriyle konuşup, elleri bağlı o adamı ölümün pençesinden kurtarmak gerek? İlginç bir durum, eğer O böyle bir teklifte bulunursa, acaba O’nu da, tıpkı infaz için “hazırlanmış” olan o kişi gibi süngü darbeleriyle itip kakarak idama mı götürürler? Yoksa O’nu başka bir şekilde mi öldürürler? Nasıl? Mesela asarak, bıçakla parçalara ayırarak, boynuna taş bağlayıp suya atarak, erkeklik organını mengene ile sıkarak ya da bir odaya koyup kapısını kapatarak, açlıktan ölmesini sağlayarak mı? Hepsi bu kadar. İdam cezasına çarptırılan kişi çok genç bir delikanlıydı. Gözleri ve yüzü hiçbir şey ifade etmiyordu. Sanki idam edilmek üzere olan kendisi değil de başkasıydı; bir bak hele, ne kadar metanetli ve sakin duruyor. Sonradan O, idama mahkûm edilenlerin artık başka bir dünyaya ait olduklarını anladı: Ölümün kaçınılmazlığını kavrayan insanlar tabii ki… Ama idam edileceğini son ana, son kurşuna kadar anlamak istemeyenler de vardı.
    O, verilen görev doğrultusunda vurması gereken (bu, O’nun öldürdüğü ilk insandı!) kişi, tüfeğin namlusunun kendisine doğrulduğunu hisseder hissetmez gözlerini kapadı...
    Bu kadar ciddi bir görevi ilk kez yerine getiriyordu. İlk iş günü korkunç bir kabus gibiydi. Büyük olasılıkla bu deneyim, ilerideki kariyerinde hesaba katılacaktır; nihayetinde dünyada kötü ya da iyi meslek yoktur. Her iş, insan için onurludur; galiba insan öldürmek mesleği için de aynı şey söylenebilir. O gün (daha doğrusu o gece) kendisine öğretilen her şeyi yaptı – ilk kurşunu delikanlının şakağına sıktı. Delikanlı yüzüstü yere yığıldı. İkinci kurşunun göğse isabet etmesi gerektiğini söylemişlerdi. Ancak çocuk inatla yüzüstü düşmüştü. Çaresiz bir durumda kaldı. Belki onu ters çevirip namluyu göğsüne doğrultmalıydı? Güvenlik görevlilerinden biri O’nun tereddüt ettiğini fark ederek, “Ne duruyorsun, acele et, vakit kaybetme, işimizi bitirip evlere dönmemiz gerek, çocuklar ve eşler bekliyor,” dedi. O ise, “İkinci kurşun sırtına gelebilir mi?” diye sordu. Çünkü idam edilen kişi yüzüstü yerde debeleniyor, ayakkabıları bir yana fırlamış, ayak parmaklarıyla toprağı kazıyor ve inliyordu. Üstelik bir yandan da avuç avuç toprağı tutup ağzına tıkıyordu. Ama kendisine, ikinci kurşunun göğse isabet etmesi gerektiği söylenmişti. Güvenlik görevlisi kısa bir kahkaha atarak, “Onun için (yani idam edilen için) nereye vurulduğunun ne önemi var? Zaten tek bir hayali var – bu dünyadan bir an önce kurtulup öteki dünyaya gitmek,” dedi. Güvenlik görevlisinin bu önerisi bir şeydi ama o utanmaz kahkahası garip gelmişti. O, titredi. İkinci kurşunu yerde debelenen çocuğun sırtına sıktı. Delikanlı sanki rahatlamış gibiydi, artık kıpırdamıyordu, ayak parmaklarıyla toprağı kazımıyor, titremiyor ve inlemiyordu... Yerde bir yılan gibi kıvrılmış olan adam doğruldu, tıpkı bir oklava gibi… Delik deşik olmuş göğsünden mi, yoksa boğazından mı bilinmez, bir hırıltı yükseldi… İşte, sonu böyle oldu… Onu koruyan muhafızlar, cesedinin üzerine birkaç kürek dolusu yumuşak toprak attılar, burası "Maden" olarak adlandırılan bir yerdi. Belki de vurulmuş bu adama henüz ceset denemezdi. Belki sadece yaralanmıştı; üstelik ellerinin hâlâ kıpırdadığı hissediliyordu. Muhafızlar, kürekle ellerini düzelttiler, biraz daha toprak attılar, ayaklarıyla iyice bastırıp üzerine üç-dört büyük taş koydular, hafifçe “Allah’a emanet” diyerek geri döndüler…O ise korkudan titriyordu. Dizleri zangır zangır sallanıyordu… Bir insanı öldürmüştü… Bir insanı. Genç, toy bir delikanlıyı… Bir insanı öldürmek ne kadar basit bir iş olabilir ki? Bütün gece sabaha kadar inledi. Korkunç rüyalar peşini bırakmadı… Rüyasında, boynuna bir yılan gibi bir el dolandı; tanıdık bir eldi bu; elin bağlı olduğu beden çürümüş, fakat el hâlâ canlı ve sağlıklıydı. Çürümüş bir bedende canlı bir el, sanki bir kütüğün üzerinde filizlenen sağlam bir dalı andırıyordu.
    Ne doğru demişler, her işin başı zor. İnsan her zorluğu aşabilir. Yeter ki gönlünde istek olsun. O’nun gönlünde böyle bir istek var mıydı?.. İnsan öldürme isteği neyin nesiydi?.. Zaman, her şeyi unutturur. Zaman, insana her şeye alışmayı öğretir… O da insan öldürmeye alışmaya başlamıştı.
    Yavaş -yavaş yaptığı işi sevmeye bile başlamış gibiydi. Deneyim kazandıkça, insanları acılarından ve ıstıraplarından kurtarmanın yeni yollarını icat ediyordu. Artık bir insanın bedenindeki öyle noktaları biliyordu ki, yalnızca bir kurşunla onu en kısa yoldan öteki dünyaya göndermek mümkündü… Bazen, sinirli olduğu zamanlarda, böyle anlar da oluyordu, idam edilenleri işkenceli bir şekilde cehenneme göndermeyi deniyordu. Örneğin, ilk kurşunu bir insanın bacağına, omzuna ya da koluna sıkıyor, korkunç çığlıklarını dinledikten sonra ikinci kurşunu “ölüm noktasına” gönderiyordu. İnsan bedeninde iki-üç zayıf nokta olduğunu tespit etmişti: Bunlar kalp bölgesi, ağız boşluğu ve şakaklar olarak sıralanıyordu.
    Ölenlerin çoğu gençti. Bazen yaşlılar ve hatta çocuklar da vardı… İki kadını da vurmak zorunda kalmıştı. Kadınlardan biri çirkin, yaşlıydı. Diğeri ise gençti; belki de hiç evlenmemişti. Güzel denilebilirdi.
    Bu dünyada ne çok suçlu var, değil mi? Bazen ona öyle geliyordu ki, dünyadaki herkes suçlu ve bir gün herkesin vurulma sırası gelecek… Belki de onun “sırası” çoktan yaklaşmıştı.
    Dünya günahlarla ve günahkârlarla doluydu…



    KORO: -Dağ!
    - Tak-tak-tak-tarak!..
    -Pffff….
    -Ahhh!..
    …kurşunu bir ekmek lokması gibi yutup sustu, sakinleşti. Salyangozların gece şarkısı etrafı saran sessizlik içinde bir ninni gibi çınladı.


    ARİOZO. Nereye gidersem gideyim, içeri girerken mutlaka selam veririm: Esselamu aleyküm. Sabahları uyanırken, herkesten özür diler, evdeki herkese selam veririm. Bazen eve gelip kimseyi bulamazsam, boş eve selam veririm. Yola çıktığımda, karşıma çıkan ilk şehir ya da köyle selamlaşırım. Bir gün tanıdıklarımdan biri, dudaklarını büzerek bana şöyle dedi: “Bu kuru selamı bu kadar sahiplenmenin sebebi nedir, Bek Ağa? Selam vermesen dünya mı yıkılır?” Ona şöyle cevap verdim: “Hayır, evlat. Selam, Allah’ın selamıdır. Hatta düşmanla bile selamlaşılmalıdır. Esselamu aleyküm. Bunun anlamı, size barış ve esenlik diliyorum demektir. Kötü bir dilek mi bu? Hayır! Peki, cevap ne? Ve aleyküm selam… Bunun anlamı da şudur: Ben de size barış ve esenlik diliyorum… Bu kötü bir dilek mi? Hayır! Bazen bu cevap şöyle gelir: Ve aleyküm selam ve rahmetullahi ve berekatuhu. Yani, size de barış, esenlik, Allah’ın rahmeti ve bereketi… Bu kötü mü söylenmiş? Hayır! İşte bu yüzden, evlat, nereye girersen önce selam ver. Sadece insanlara değil, göğe ve yere, taşa ve dağa, çiçeklere ve otlara, hatta karıncaya bile esenlik dilemelisin. Saydıklarımdan biri bile olmasa, bizim dünyamız da olmayabilir. Hapishane olmasının ne önemi var? İnsan ayağının bastığı her yer kutsaldır. Ayrıca, bu yapıya da Allah’ın nefesi dokunmuştur… İşte teşekkürler! İşte böyle: Selam! Ve aleyküm selam ve rahmetullahi ve berekatuhu… Endişelenmeyin, her şey iyi olacak.”

    REÇİTATİF. Mardan Halık oğlu, doğduğu yerlerin biraz aşağısına, dağın eteğine indi. Tüfeğini indirip etrafa bakındı, uzaklara dalarak çevresini inceledi. Akşam karanlığı özellikle dere yatağında yoğunlaşmıştı. Ufukta, uzakta soluklaşan bir parıltı hala titriyordu...
    Altı aydır ana ocağından mahrumdu. Yüzünü gri bir kirli sakal kaplamıştı; buna sakal demek bile zordu. Yüzü, uzun zamandır ne makas ne de tarak görmemişti. Sert kılları iğne gibi batıyordu ve bu onu rahatsız ediyordu. Ama en çok açlık canını yakıyordu...
    Geçen ay üç kez evine gitmeyi başarmıştı. Sahipsiz evi ve yabani otlarla kaplanmış avluyu görünce kalbi hızla çarpmaya başlamış, içi hüzünle dolmuştu. Ancak bu hüzünle birlikte göğsünden öfke fışkırıyordu. Titreyen omuzlarıyla, yüreği sıkışarak, çocuk gibi hıçkırarak kapının önündeki basamaklara oturmuş, elleriyle başını tutmuştu. Islak gözlerle avluyu süzerken, gece karanlığında derin düşüncelere dalmıştı.
    İlk gelişinde kimsenin onu fark etmediğine emindi. Muhtemelen kimse onu beklemiyordu da. Akrabalar ve komşular kendi dertleriyle meşguldü. Gün geçtikçe çivili kapılara sahip evlerin sayısı artıyordu. Büyük, gri köpeğini görünce çok şaşırmıştı; köpek zincirini hafifçe şıngırdatarak ona tok bakışlarla bakıyordu. Köpeğin açlıktan ve bakımsızlıktan çoktan ölmüş olacağını düşünmüştü. Ama anlaşılan birisi onu besliyordu.
    İkinci kez yine gece vakti evine geldi. Ve yine gri köpek onu karşıladı. Köpek yine tok görünüyordu... Köydeki ışıklar çoktan sönmüştü. Ara sıra kuzuların meleyişi, köpeklerin havlaması duyuluyordu. Dünya karanlığa gömülmüştü. İçini korku sardı. Bu nasıl bir sırdı? Kim köpeğini besliyor, kim onu alıştırıyordu?
    Eşi yıllar önce ölmüştü, çocukları olmamıştı. Karısı buna hayatı boyunca üzülmüş ve ah çekmiş, öyle de hayata veda etmişti.
    Yeğenlerinden biri uzun zaman önce şehre gitmişti. Zavallı gitmek istememişti ama yurt dışında eğitim almış olanları birer birer ortadan kaldırdıklarını duyuyor ve görüyordu. Düşünüyordu ki er ya da geç sıra ona da gelecekti. Mardan Halık oğlu, yeğeninin hem eğitim için yurtdışına gitmesine ilgi gösteren Alman Hans’ı hem de onu eğitimli görmek isteyen kendisini (yani Mardan Halık oğlu) lanetleyerek, başına gelebilecek dehşet verici felaketlerden kurtulmaya çalıştığını düşünüyordu. Sonunda canını kurtarmak için şehre gitmişti...
    Diğer yeğeni Mardan Halık oğlu ile ise çoktan bağlarını koparmıştı. Bunun ciddi bir sebebi yoktu. Sadece bu al yanaklı, geniş omuzlu, kara kaşlı, kara gözlü yakışıklı delikanlıyı hiç sevmezdi. Bir zamanlar küçük bir mesele yüzünden tartışmışlardı… Ama esas mesele şuydu: Mardan Halık oğlu, yeğenine tahammül edemezdi. Tahammül edemezdi çünkü duymuştu ki bu yakışıklı, al yanaklı, kara gözlü, kara kaşlı delikanlı son zamanlarda kasaplık işini bırakıp başka bir işe geçmiş. Söylentilere göre, Allah korusun, bu delikanlı insanları infaz ediyormuş… Yani… insan öldürüyormuş. Bu ne biçim bir iş, bunu bir tek Allah bilir… Herhalde en yeni mesleklerden biri olmalıydı. Mardan Halık oğlu bu söylentilere çok da inanmasa da, içten içe yeğenine karşı bir soğukluk ve hatta bir tür tiksinti duymaya başlamıştı. Sebep mi? Kendisi bile bilmiyordu. Belki yeğeni kendi kazancını elde etmeye başladıktan sonra dayısını unutmuştu? Ya da belki bu soğukluğun sebebi bizzat Mardan Halık oğlu’nun kendisiydi: Bütün bu olup biteni düşündüğünde, “kasap” yeğenini bir şekilde mazur görmek istiyordu. Mardan Halık oğlu, zamanında bu yeğenine de eğitim imkanı sağlayamadığı için kendini suçluyordu. Haklıydı; yurtdışında eğitim görmüş olan büyük kardeşi şimdi buna pişman ve belki de ona bu konuda yardım edenleri lanetliyordu. Ama ne yaparsın, hayat böyle işte. Yine de bir dayı olarak onun görevi, yeğenlerinin geleceğini düşünmekti. Ancak Mardan Halık oğlu’nun imkanları kısıtlıydı; ailesi sadece kendisi ve eşinden ibaret olmasına rağmen, küçük maaşı ancak kitaplara ve defterlere yetiyordu. Yine de bu durumda bile yeğenlerine bir şeyden mahrum bırakmamaya çalışıyordu…
    Ama her ne olursa olsun, ona uğrayan “kasap” yeğeni değildi. Bundan emindi.
    Üçüncü kez eve döndüğünde, yine köpeğin iyi durumda olduğunu gördü. Halbuki son ziyaretinden bu yana bir aydan fazla geçmişti. Evini birilerinin gözlediğini hissediyordu. Muhtemelen, giderek azalan komşularına onun geldiğini mutlaka bildirmeleri tembihlenmişti. Ama herkes canından korkuyordu. Onu gören biri olsa bile, bu durumu gidip söyleyeceğini sanmıyordu. Çünkü çoğu zaman muhbirleri de cezalandırıyorlardı. Arananları görüp de haber vermeyenler için ise özel ceza kuralları vardı. Kısacası, bu dünyada her şey karmakarışık olmuştu.
    Bu karmakarışık dünyanın karanlık gecelerinden birinde, Mardan Halık oğlu, avlusunda, güvenlik görevlisinden aldığı tüfeğe yaslanmış, köpeğin tok gözlerine bakarak, bu işin neyin nesi olduğunu, bu garip olayların ne anlama geldiğini düşünüyordu.
    Bu iyiliksever kim ki köpeğini besliyor ve ona göz kulak oluyor? Yoksa onu izleyenler, köpeği besleyip onu kendilerine karşı havlamaya ve böylece varlıklarını haber vermeye mi ikna etmeye çalışıyorlar? Ama köpek havlamıyor, sahibinin gözlerine şaşkın bir şekilde bakıyor, sanki suçluluğunu anlamış gibi. Köpek, tövbe eden bir insan gibi, başını eğerek sahibine sokuluyor ve sadece zincirin metal halkalarını hafifçe şıngırdatıyor. Neden acaba? Zavallı hayvan kendini suçlu mu hissediyor? Belki de yabancının elinden, sahibinin değil, yiyecek aldığı için utanıyordur.
    Ama bu dünyada her gizlinin bir gün açığa çıktığı bir vakit mutlaka gelir. Mardan Halık oğlu, üçüncü kez eve geldiğinde, köpeğini kimin beslediğini öğrendi. Peki bu kişi kimdi? O gece, Mardan Halık oğlu gri köpeği düşünürken, birdenbire bahçe kapısının yanında otların kıpırdadığını, köpeğin hafifçe homurdandığını ve birinin avluya dikkatlice adımlarla girdiğini hissetti. Mardan Halık oğlu yere yattı ve tüfeğini hazır tuttu. Ateş etmek tehlikeli olabilirdi, ama başka seçeneği yoktu. Kalbi ellerinin nabzıyla birlikte atıyordu. Gelen kişi parmak uçlarında köpeğe yaklaştı, omzundaki çantadan bir şey çıkardı – ekmek ya da kemik – ve köpeğe attı. Mardan Halık oğlu’nun gözleri karanlığa alıştı. Gelenin silüeti ona tanıdık geldi; uzun boylu, zayıf, büyük bir siperliği olan kep. Galiba ayaklarında deri ayakkabılar vardı… Gelen kişi biraz öne eğildi. Köpeğin başında durarak sanki onunla içten içe konuşuyor, bir şeyler düşünüyor, tartıyordu. Köpek ise kendi işine bakıyor, verilen yiyecekleri iştahla yiyordu.
    Sonunda, Mardan Halık oğlu davetsiz misafirini tanıdı: Bu, bir zamanlar ona ders verdiği, sonra da üniversiteye gitmesi için desteklediği Şamil idi. Şamil Kerimli. Mardan Halık oğlu, onun babası Kerim ile de yakın dosttu. Büyük yaş farkına rağmen, bu genç, uzun boylu adamla da arkadaş olmuştu. Yakın zamanda Şamil, eğitimini tamamlayıp geri dönmüştü. Babası artık hayatta değildi.
    Döndükten sonra Şamil, köy okulunda öğretmenlik yapmaya başlamıştı. Bir süre çalıştıktan sonra tekrar şehre gitmiş ve kısa bir süre sonra, üniversitede tanıştığı bir kızla evlenerek geri dönmüştü. Söylentilere göre, karısı eşsiz bir güzellikteydi… Mardan Halık oğlu, Şamil’in düğünden kısa bir süre sonra kendisini misafirliğe davet etmesiyle bunu kendi gözleriyle de görmüştü. Misafirle bizzat ilgilenen karısı, açık yüzlü, güler yüzlü, bembeyaz tenli ve açık renk gözlü bir kadın olan Sevar idi.
    Göğsü, bluzun altında derin nefeslerle inip kalkıyordu. Uzun zaman önce eşini kaybetmiş olan Mardan Halık oğlu, hoş bir ürperti hissetti… Onun hazırladığı pilavı keyifle yedikten sonra ev sahiplerini bir kez daha tebrik etti ve vedalaştı… Ancak Mardan Halık oğlu'nun gözleri önünde onun güzel silueti uzun süre kaldı.
    Evet, bu Şamil'di…
    -Şamil... - diye o, fısıldadı.
    Genç adam irkildi ve olduğu yerde donup kaldı. Mardan Halık oğlu ayağa kalktı, tüfeğini indirdi ve ona doğru dikkatlice ilerledi: "Korkma, benim, Mardan Halık oğlu..."
    Şamil, ileride kararan lekeye doğru yürüdü. Zifiri karanlıkta Mardan Halık oğlu’nun yüzü görünmüyordu, ama onun ağır, heybetli ve dikkatli gri silueti açıkça fark ediliyordu…
    Birbirlerine sarıldılar. Aceleyle birkaç kelime ettikten sonra Şamil, burada kalmanın ve oyalanmanın tehlikeli olduğunu söyledi. Evin gözetim altında olduğunu belirtti. Israr ederek onu yanına götürdü. Yolda son aylarda yaşanan olayları, tutuklananları ve götürülenleri anlattı. Ne kadar da artmıştı sayıları! Masumları neden tutukluyorlardı? Bu dünyada her şey neden bu kadar karışmış, birbirine girmişti? Ortak tanıdıklarının büyük bir kısmı tutuklanmıştı. Şamil'in söylediğine göre, bu küçük ilçe merkezinde dört-beş yerde hapishane vardı. İnsanlar genellikle mahkeme ve soruşturma olmadan kurşuna diziliyordu, cesetler Maden denilen bir yere gömülüyordu. Gömülüyordu denilse de, aslında sadece üstleri hafifçe toprakla örtülüyordu ve hepsi bu. Her gece yirmi-otuz kişi kurşuna diziliyordu. Daha cesur olan bazıları, Maden’de akrabalarının cesetlerini bulup onları gizlice toplu mezarlıkta defnediyordu. Öyle cesur insanlar vardı ki, hatta yas törenleri düzenliyorlardı… Yakın zamanda Şahalı kişi’nin kırkı yapılmıştı. Oğulları bir dönem Adil ile arkadaşlık etmişti. Sonrasında neden bilinmez, araları bozulmuştu. Söylenenlere göre Şahalı kişi, Adil Adilov’un özel emriyle tutuklanmıştı. Onun kurşuna dizilmesi, insanların son inancını ve umudunu yok etti; herkese saygı duyulan aksakal Şahalı, yasaları çiğneyen yetkililere karşı halkı savunurdu. Tüm bu olayların arkasındaki kişi kimdi? Adil Adilov. Bir zamanlar Mardan Halık oğlu ile birlikte Şamil’in öğrencisi olmuş, Şahalı kişi’nin oğullarının arkadaşı, ama özünde bir kan emici, zalim ve cellat olan Adil Adilov! Şamil-muallimi dinleyen Mardan Halık oğlu, duyduğu öfke nedeniyle elleri titriyor ve kalbi yakalanmış bir güvercininki gibi çarpıyordu. Ölüm korkusu onu boğuyormuş gibi hissediyordu. Nedense, bu insanların büyük çoğunluğunu kurşuna dizenin kendi yeğeni olduğu fikri aklına geliyordu.
    Kasap-cellat, kasaplığı bırakmış ve Adilov’un talimatıyla devletin önemli meselelerini çözen bir adam; bu kişi ise onun yeğeniydi...
    Şamil’in dediğine göre, yakında burada hiç erkek kalmayacak. Şimdi, kadınların ve çocukların kanını dökmek istiyorlardı, bu dinsizler, zalimler, kötü ruhlar. Peki insanlara ne oldu? Bu koşuşturma, karmaşa, topyekûn yok etme onları nereye sürüklüyordu? Neden onlar, tıpkı kurtlar gibi, birbirlerini parçalamaya hazırlar? Artık onurlu, saygıdeğer erkekler yok. Gidenlerin izi, kendilerinden önce siliniyor. Şamil ile uzun uzun bu konuyu konuştular. Eski öğrencisinin zekası ve sağduyusuna hayran kalmıştı. Şamil ise, bunun için hocasına minnettar olduğunu söylüyordu; eğer Mardan Halık oğlu olmasaydı, kim bilir kaderi nasıl şekillenecekti... Doğru ki eğitimin de kendi kusurları var; ancak hayatı bir hayvan gibi yaşamak başka bir şey, bu dünyayı anlayarak ve farkında olarak yaşamak bambaşka bir şey... Her halükarda, ölümü – kendi ölümünü bile! – bilinçli ve farkında bir şekilde karşılamak daha iyidir.
    Onları, bir önceki sefer güler yüzlü ve samimi olan Şamil’in karısı karşıladı.
    Sevar oldukça değişmişti, zayıflamıştı; güzel yüzünde hüzün vardı. Mardan Halık oğlu’na “Hoş geldiniz” dese de, dalgındı. Belki de kocasının eski hocasının evine geceleri gitmesinden memnun değildi?.. Şamil, onun babasının tutuklandığını söyledi... Şimdi kardeşi tehlikede. Bir zamanlar Türkiye’de eğitim aldığı için yargı karşısında hesap vermek zorunda kalabilir... Allah bilir, belki yakında Şamil ve karısı Sevar’la da ilgilenirler...
    “Bu dünyaya güven kalmadı, Mardan Halık oğlu!”
    Dünya güvenini kaybetmiş…
    Sabaha karşı ayrıldılar... Mardan Halık oğlu, şimdiki barınağına geri döndü...

    …Şimdi, akşam alacakaranlığında ormana doğru dikkatlice inerken, tüfeğini göğsüne sıkıca bastırıyor, delice düşüncelerle sıkışan beyni sanki parçalara ayrılıyor, tüfeğin dipçiği altında nabzı deli gibi atıyordu. Ne kadar düşünse de aklına tek bir aydınlık fikir gelmiyordu. Sanki kafası ezilmiş, yanmakta olan kömür parçalarıyla doldurulmuştu ve onların dumanı başının tepesinden çıkıp gözlerini bulandırıyordu. Bu gün, karanlığa doğru ilerlerken, onu bir yerde kurnazca hazırlanmış bir tuzak mı bekliyordu? Daha ne kadar böyle insanlardan kaçarak, açlık içinde, kurt gibi dolaşması gerekecekti? Belki uzak, büyük şehirlerden birine gitmeliydi? Ama orada da onu yakalamazlar mıydı? Çünkü söylüyorlar ki orada durum buradakinden daha kötüymüş. Açlık, hastalıklar ve korku oradaki insanları da yok ediyormuş. Görünüşe göre en kısa ve kolay yol ölüm. Ölüm mü?.. Ölüm… Belki de o çoktan ölmeliydi? Böyle bir yaşamın anlamı ne? Çocukları, oğulları yok, karısı da yok. Kısacası, onu bu koca dünyaya bağlayan tek bir bağ bile yok. Küçük bir ev, kitaplarla dolu ve yaşlanan gri bir köpek... Başka neyi var ki?.. Ona öğretme hakkını elinden aldılar, herkes ona bir suçlu gibi bakıyor. "Bir insanı öldürmüş, siyasi olarak tehlikeli bir düşman, azılı bir suçlu..." Hakkında öyle suçlamalar yapılmış ki insanın tüyleri diken diken oluyor.
    Yavaşça akan bir nehrin kıyısında durdu. Gri kayalar, sanki av bekleyen bir kurt sürüsü gibi hareketsiz duruyordu. Gökyüzünde ağır bulutların arasından nadiren yıldızlar görünüyordu.
    İleride garip bir gölge birdenbire yan tarafa sıçradığında irkildi. Parmağı tetiğe gitti ama basmadı. Gölge sıçrayarak uzaklaşıyordu, kimi zaman tilkiyi, kimi zaman tavşanı andırıyordu ama daha çok bir insana benziyordu. Belki bir ruh, bir hayalet ya da bir yaratık... Üstelik koşarken garip sesler çıkarıyordu. Bunu düşününce ürperdi... Nehri geçtikten sonra geniş bir ana yola çıktı.
    Yol onu, artık kendisine yabancılaşmış olan kendi evine götürdü.
    Etraf o kadar sessizdi ki, burada hiç canlı bir ruhun yaşamadığına inanabilirdiniz.
    Avluya geçti. Ne köpeğin hırlaması ne zincir sesi... Kendi elleriyle yaptığı köpek kulübesine yaklaştı. İçine dikkatlice baktı. Burnuna berbat bir leş kokusu çarptı. Köpeğin boynu bükülmüş, dili yana sarkmıştı. Zincir gergin şekilde uzanıyordu. Zavallı hayvan muhtemelen uzun zaman önce ölmüştü. Büyük ihtimalle açlıktan. Ya da vurulmuş olabilir mi? Belki de aç köpekler tarafından parçalandı? Hayır, yerde kan izi yok gibi görünüyordu... Leş kokusu onu geri adım atmaya zorladı. Kapıyı açarak eve girdi. Tabaklar, raflardaki kitaplar – her şey alt üst olmuştu. Soygundan çok arama yapılmış gibi duruyordu... Ne aramış olabilirlerdi? Para? Altın? Yasaklanmış kitaplar? Gizli belgeler? Yabancı devletlerle gizli bir anlaşma mı? Büyük ihtimalle onun asla sahip olmadığı şeyleri aradılar ve belki de bu "şeyleri" bulup gereken yerlere gönderdiler. Ve şimdi muhtemelen hayatı daha da büyük bir tehlike altında.
    Kapıyı dikkatlice kapatarak tekrar avluya çıktı. Leş kokusu tekrar burnuna çarptı. Başı döndü. Düşmemek için tüfeğin dipçiğine yaslanmak zorunda kaldı... Dünya sanki ölümcül bir uykuya dalmış gibiydi. Etrafta tek bir ses yoktu. Tek bir ışık yanan pencere bile yoktu.
    Belki de herkes sürgüne gönderildi?
    Belki hepsini kurşuna dizdiler?
    Belki insanlar korkudan ışığı açmıyor?..
    Dar bir patikadan aşağı doğru yürümeye başladı. Şamil'in evine daha çok vardı. Büyük bir arkı geçmesi, sonra dönmesi, ormanın kenarındaki açıklıktan geçmesi gerekiyordu. Yol boyunca kimseyle karşılaşmamak için dikkatle ilerlemeliydi...
    Uzakta bir şey hafifçe parladı. Evet, yanılmamış gibi görünüyordu, bu Şamil’in eviydi... Ancak bu zayıf, loş ışık, gece karanlığını hafifçe dağıtarak, şüpheli aramalardan, dünyayı sarsan korku hayaletinden mi haber veriyordu?
    Şamil’in suçu ne olabilirdi ki? Ya kendisinin? Basit bir hayat yaşıyordu, sıcak ocağa soğuk su mu döküldü? Üzerine bir yılan musallat olmuştu. Kaç aydır kendi yuvasından uzakta sürüklenip duruyordu...
    Işığa yaklaştıkça kalbi daha hızlı atıyordu. Korkunç bir şeyle karşılaşmaktan çekiniyordu. Bu his, o yalnız, zayıf ışığı gece karanlığında gördüğünden beri yakasını bırakmıyordu.
    Çitten atlayıp basamaklara yaklaştı. İçeriden boğuk, kısık sesler duyuluyordu, bir fısıltı, kadın mı erkek mi olduğu belli olmayan bir ses... Dikkat kesildi. Sesler yabancı gibiydi. Ayırt edemedi...
    Evin arkasından bir atın kişnemesiyle irkildi. Sanki birisi onu uzaktan izliyor, gözlüyordu. Parmak uçlarında evin etrafını dolaştı. Ihlamur ağacına bağlanmış, gece karanlığında rengini seçemediği bir at, onu görünce başını salladı.
    Geri döndü. Basamaklarda, içeridekilere kendisini haber vermek için öksürmek istedi. Ama hemen bu düşünceden vazgeçti; bu hiç de uygun olmayabilirdi. Üstelik içeride kimlerin olduğunu hâlâ anlayamamıştı...
    "Hayır! Hayır! Olamaz!" Evin içinden bir kadının endişeli çığlığı duyuldu. Bu, Şamil’in karısı Sevar’ın sesi gibi geliyordu... Hem ona benziyor hem de benzemiyordu... Ardından boğuk bir erkek sesi duyuldu.
    Omzundaki tüfeği göğsüne indirdi. Dikkatlice basamaklardan yukarı çıkmaya başladı; kapının önünde durdu, yan pencereden bakmayı düşündü – cesaret edemedi; bunu kaba bir davranış olarak görerek geri döndü, birkaç basamak aşağı indi.
    Odadaki gürültü bazen artıyor, bazen azalıyordu. Mardan Halık oğlu, titrek ve zayıf sesin Sevar’a ait olduğunu fark etti – kadın hararetle bir şeyler fısıldıyor, bir şeye karşı çıkıyor, anlaşılan muhatabıyla aynı fikirde değildi…
    Bazen hıçkırıklar duyuluyordu...
    Erkek sesini tanıyamıyordu. Ses boğuktu ve garip bir şekilde Mardan Halık oğlu için çok tanıdık geliyordu. Ses, bir şeyde ısrar ediyor, kadından bir şey rica ediyordu. Sürekli Şamil’in adını anıyorlardı. Acaba Şamil nerede? Bu geç vakitte yalnız bir kadının evine kim cesaret edip gelmişti? Belki bir akrabasıdır? Hayır, bu akrabalık gibi durmuyordu. Boğuk sesin sahibi sanki kadından bir şey için yalvarıyordu. Neden? Boğuk ses, gecenin karanlığında yankılanıyordu:
    "Rahat olabilirsin. Bunu sadece sen, ben ve bu oda bilecek… Hatta Allah bile bilmeyecek. Neyin Allah'ı? Yok öyle bir şey. Hatırla, Şamil’in tutuklanmasına benim bir ilgim yok; bu yukarıdan gelen bir talimat... Sen de üzülme... Bu meselede senin bir suçun yok... Herkes sadece kendisinden sorumlu. Her şey yoluna girecek. Ailenize kimse dokunmayacak. Anladın mı? Artık burada her şeyin sahibi benim… Bana neden öyle bakıyorsun? Yoksa bana inanmıyor musun? Beni tanıyorsun... Ve huyumu da biliyorsun. Gel seni öpeyim! İstemiyor musun? Neden? Seni ilk gördüğüm andan itibaren fark etmiştim... Ama Şamil araya girdi... Yoksa her şey farklı olurdu… Mevki ve makamın bununla alakası yok..."
    Mardan Halık oğlunun titreyen parmağı tetik üzerinde gezindi. Kapıya tekme atmamak için kendini zor tuttu. Göğsünden fırlamak üzere olan öfke dolu çığlığı zorlukla bastırdı. Gözlerinin önünde ateşli noktalar belirdi. Dişleri kenetlenmiş, dudakları titriyordu...
    Parmak uçlarında yükselip pencereden içeri baktı. Lambanın loş ışığında hararetle fısıldaşan insanların solgun yüzlerine dikkatle baktı – evet, bu Sevar’dı; kadın, yatağın köşesine büzülmüş, omuzlarına atılmış siyah şalın püsküllerini sıkıca tutarak korkuyla adama bakıyordu; uzun elbisesinin eteği buruşmuş, altından beyaz bacakları görünüyordu.
    Siyah saç tutamı kadının gözlerinin önüne düşmüş, zayıf bir gölge yüzüne vurmuştu; kadının güzel yüzü çarpılmış görünüyordu. Uzun boylu bir adam, yatağın karşısındaki taburede oturuyor, yanındaki ahşap tabancalık kılıfını okşarken, en utanmaz şekilde boğuk bir sesle konuşuyordu; başında büyük bir karakul papak, yatağın üzerine atılmış parlak metal düğmeli bir ceket vardı. Adam başını çevirdiğinde, Mardan Halık oğlu bu solgun, gri yüzü tanıdı – eski öğrencisi Adilov…
    Tutuklandıktan hemen sonra onu Adilov’un yanına getirdiler. Adilov, Mardan Halık oğlunun selamına kaşlarının altından sert bir bakış atarak boğuk bir sesle cevap verdi ve kapıdaki muhafıza emir verdi:
    -Öğretmeni şimdilik götürün, sırada bekleyen çok insan var. Sonra sorgular ve her şeyi öğreniriz... Dikkat edin, ona zarar vermeyin…
    Ama Adilov’un onu sorgulaması mümkün olmadı: Mardan Halık oğlu muhafızı öldürüp kaçtı... Ve şimdi, aylardır kendisini suçlu gibi arayan bu kanun adamıyla arasında ince bir duvar, daha doğrusu tek bir darbeyle paramparça olacak kırılgan bir cam vardı. Bu duvar, bu cam, onları birbirinden ayırırken, aynı zamanda onları bu karanlık gece, bu an, bu saniye bir şekilde birbirine bağlıyordu – kendilerinin bile farkında olmadan ve anlamadan.
    İnsan kalbi anlaşılmazdır, bazen tuhaf hisler barındırır. Mardan Halık oğlu aniden (neden olduğunu bilmeden), kadının kocası Şamil’in onunla konuştuğunu hissetti. Ya gerçekten Şamil’se? “Şamil mi? Hayır, burada Şamil ne arıyor?” Soğuk tetiğe dokunan parmaklarında bir karıncalanma hissetti. Gözleri karardı. Lambanın soluk ışığında adamı bir kez daha dikkatle inceledi – şimdi şapkanın altından sadece bronz gibi sağlam bir ense görünüyordu.
    Erkeğin eli yatağa, oradan da köşeye sinmiş kadına doğru uzandı. Kadın şalına sıkıca sarılmış, tamamen bir köşeye büzülmüştü. Adamın iri parmakları kadının çıplak ayak bileklerine dokundu. Adamın boynu bir yılan gibi uzandı, sanki kadının eline ulaşmak ve onu öpmek istiyordu, ama dudakları sadece ayak bileklerine değdi ve elbisenin altından görünen çıplak bacağına yaslandı; adeta alev alev yanan bir kalbin pınar suyuna dokunması gibi...
    Kadın ona tiksintiyle bakıyordu; bütün bedeni titriyordu. Sanki göğsüne kızgın bir demir bastırılıyordu, güzel dudakları korkudan kıvrılmıştı. Tuzaklara düşmüş bir güvercin gibi gözleri çaresizce dolanıyor, uzun ince parmakları omzuna atılmış şalın püsküllerini çekiştiriyordu.

    Adilov aniden, yabancı bir koku alan bir köpek gibi irkildi ve pencereye baktı, sanki onu tüm bu süre boyunca birinin izlediğini hissetmişti… Ve neden bilinmez, yüzü yine Şamil’i hatırlattı ona… (Acaba neden?)
    Silah kılıfına uzandı, doğruldu, ayağa kalktı ve kapıya doğru ilerledi. (Şamil nerede?) Mardan Halık oğlu, göğsüne yasladığı tüfeği hızla yüzüne kaldırdı ve tetikteki horoza bastı…

    ARİOZO. Her erkeğin ilerlemesi ve gerilemesi evinde başlar, evladım. Bana sık sık sorarlar, neden hep neşelisin Bek Ağa? Herkesten ve bu kutsal duvarlardan özür dileyerek cevap veriyorum: Sebebi eşimdir. O beni güler yüzle uğurlar, güler yüzle karşılar.
    Ve beni uğurladığı yerler genelde neşeli yerler değildir – ölüm döşeğindekiler, cenazeler, yas evleri... Gözyaşı, ağlama, tabutlar... Ama evden iyi bir ruh haliyle çıktığımda, eve de aynı ruh haliyle dönerim.
    Allah’ın elçisi Muhammed, Hatice ile evlendiğinde yirmi beş yaşındaydı. Hatice ise kırk yaşındaydı, daha önce iki kez evlenmişti ve üç çocuk annesiydi. Buna rağmen Muhammed’i Allah’ın seçilmiş kulu olarak ilk kim tanıdı? Onun eşi Hatice. Sonra kuzeni Ali, üvey oğlu Zeyd, tüccar Ebu Bekir ve ardından Osman, Talha, Abdurrahman… Başlangıçta onun destekçileri elli kişiydi. Sonra bu sayı yüz, bin oldu, milyonlara ulaştı. Şimdi Muhammed’in destekçileri sayısızdır; bir yanda azalıyor gibi görünse de, diğer yanda artıyor. Ama konu bu değil.
    Ben şunu söylüyorum: Eğer seni evinde takdir ediyor ve değer veriyorlarsa, peygamberliğe kadar yükselebilirsin. İşte bu yüzden önce ailenin, ev halkının, kendi evindeki insanların gözünde büyümen gerekiyor. Bugün yakınlarının gözünden düşen biri, Allah'ın gözünden zaten dün düşmüştür. Eğer evde bıraktığınız kişilere güveniyorsanız, endişelenmenize gerek yok, her şey yolunda olacaktır.


    KORO.-Tak-taraktak!
    -Taraktak-tak!
    -Tak-taragtak-taragtak!
    -Taraktak-tak-tak!
    -Tak-tak-tak-tak!
    -Taraktak-taraktak-taraktak!



    İkinci mektup: “Sonsuz selamlarımı büyük önderime gönderiyorum!
    Halkların babası!
    Sizin cömertliğiniz ve şanınızın gölgesinde hayatımızın en önemli günlerini yaşıyoruz. Ve hayatımız her geçen gün daha da güzelleşiyor. Babacan ilginiz sayesinde neşeli ve mutlu bir şekilde yaşıyoruz. İnsan daha ne isteyebilir ki? Hiçbir şey...
    Sizin değerli vaktinizi alarak bazı konular hakkında sizi bilgilendirmek istiyorum. Daha önceki mektubumda belirttiğim gibi, benim hiçbir suçum yok, yanlışlıkla suçlandım. Buradaki durumum çok ama çok iyi. Her ne kadar işten çıkarılmış olsam da, durumdan şikayetçi değilim. Yatacak yatak, yıkanacak su, giyilecek elbise olmasa da yine de mutluyuz. Yemek olarak bize köpek maması gibi bir şey veriyorlar, ama sorun değil, geleceğe umutla bakıyoruz. Soruşturma aylardır devam ediyor. Ara sıra sorguya çekilip yumuşak bir sopa ile hafifçe dövülüyorum. Eski meslektaşlarım beni gizli bir örgütle bağlantılı olmakla suçladılar. Güya Allah’a inanıyormuşum, Kur'an okuyormuşum, namaz kılıyormuşum. Ben tamamen cahilim, Kur'an’ı nasıl okuyabilirim ki?
    Muhtemelen sizi ilgilendiren şey, neden beni suçladıklarıdır, değil mi? O zaman her şeyi anlatayım. Bir önceki mektubumda yaşananları detaylı bir şekilde yazmak istememiştim, sizin vaktinizi almak istemedim. Ama şimdi anlatmaya mecburum...
    Bu birkaç ay önce oldu. Köyün aktif üyelerine kitapçıklar – Tanrıtanımazlar Derneği üyelik kitapçıkları – dağıtılıyordu. Kitapçıklar, merkezden gelen saygın bir yoldaşın yönetimi ve katılımıyla dağıtıldı. Bunun yanı sıra, törende Adilov ve birkaç kişi daha yer aldı. Merkezden gelen yoldaş, aktivistlere Tanrıtanımazlık üyelik kitapçıklarını dağıtarak, onların ellerini sıkıyor, başarılar diliyor ve din adamları – mollalar, ahundlar, papazlar – ile yürütülen mücadele hakkında bilgi veriyordu. Kiliseleri ve camileri yakmaya teşvik ediyordu. Kitapçıkları alanlar, her türlü dini provokasyona karşı duracaklarına ve dini liderlerle mücadele edeceklerine söz veriyorlardı. Ben de, bu törenin hemen ardından son zamanlarda adı çok duyulmuş bir mollayı halkın önünde bembeyaz sakalından tutup sürüklemeyi hayal ediyordum. Nasıl olmasın ki?! İşte bu kişiler halkı yoksulluğa ve sefalet içinde yaşamaya sürüklüyormuş! Ama hayalim gerçekleşmedi. Neden mi? Şimdi anlatayım.
    Toplantının sonunda halk – aktivistler – dağılmaya başladı. En son çıkan kişi, lakabı Gotur olan biri, kapı eşiğinde bir şeye takıldı. Az kalsın yüzüstü düşecekti ama kapı koluna tutunarak dengesini sağladı ve sessizce “Allah korusun!” dedi. Hızlıca dönüp, merkezden gelen yoldaşa ve Adilov’a Gotur’un Allah’a inandığını fısıldadım. Adilov, bunu nereden bildiğimi sordu. Ben de, az önce bizzat duyduğumu söyledim. Adilov’un yüzü kül gibi oldu, ifadesi değişti, gözleri kısıldı, ağzı buruştu. Geri dönüp Gotur’u hemen geri getirmelerini emretti. İlk olarak ben peşine düştüm. Amirimin emrini yerine getirmekten daha onurlu ne olabilirdi ki?! Onu odaya geri getirdim. Merkezden gelen yoldaş sessizce bizi izliyordu. Adilov sorguluyordu. Hiçbir şey anlamayan Gotur, bana öfkeyle bakıyordu. Sonunda kendimi tutamayıp bağırdım: "Az önce, odadan çıkarken Allah’ın adını anmadın mı?" Gotur omuz silkerek, “Eee, ne olmuş?” dedi. Adilov’un önüne geçerek bağırdım: "Sen Allah’a inanıyorsun ve sana böyle bir kitapçık verilmesi yanlıştı."
    Göz ucuyla fark ettim ki Adilov bıyık altından gülümsüyordu — yani, devam et, yukarıdaki yoldaş görsün ne kadar etkili bir operatörüm... Sesimi yükselttim: "Sen Allah’a inanıyorsun! Senden dinsiz olmaz!" Gotur’un gözleri faltaşı gibi açıldı. Görünüşe göre, benim tavrımdan bir şeylerin ters gittiğini nihayet anladı. Sonrasında hepimiz için beklenmedik olaylar yaşanmaya başladı. Gotur, göğüs cebinden "dinsizlik kitabını" çıkardı, kırmızı örtüyle kaplı masanın üzerine koydu ve salavat getirip, inanç tanımadığına yemin etti. Gotur, buralarda yalancı olarak bilindiği için yeminine kimse inanmadı. Adilov bana göz kırptı. İşe başladım: Tüfeğin dipçiğiyle Gotur’a birkaç kez vurdum. Merkezden gelen yoldaş bana şaşkınlıkla ama sessizce bakıyordu. Gotur, bana inanılması için ne üzerine yemin etmesi gerektiğini sordu.
    Adilov duvardaki portreyi işaret etti (bu sizin portrenizdi, sevgili lider) ve "Din tanımadığını, Allah’a inanmadığını ona yemin et," dedi. Gotur, portreye yemin etti. Sonra odanın ortasına geçtim ve "Gotur, köşedeki bayrağın üzerine yemin et ki Allah’a inanmıyorsun," dedim. Gotur bayrağın üzerine de yemin etti. Yine söyledim: "Sen yalan söylüyorsun, Allah’a inanıyorsun, sen inançlısın." Ve tekrar tüfeğin dipçiği devreye girdi... Bir, iki... Meğer gerçek mucize henüz yaşanmamış. Gotur, dinsizlik kitabını çıkardığı cebinden şimdi başka bir kitap çıkardı, onu bir mendile sarmıştı. Kitabı masanın üzerine koydu ve mendili açtı — bu bir Kur’an’dı. Dizlerinin üzerine çöktü, elini Kur’an’ın üzerine koydu ve inanç tanımadığına yemin etti.
    Yine, "Yalan söylüyorsun," dedim (dilim kurusun!). Gotur ayağa kalktı, geri çekildi ve gözlerimin içine bakarak, "Eğer yalan söylüyorsam, bu Kur’an beni cezalandırsın. Ama eğer sen gerçek bir dinsizsen, sen de bu kutsal kitabın üzerine elini koy ve benim yalan söylediğime yemin et," dedi. Yerimde donakaldım. Ter içinde kaldım. Merkezden gelen kişi ve Adilov bana soğuk bir bakışla bakıyordu. Ne yapabilirdim? Dizlerim korkudan titriyordu. Bu Allah’ın belası Gotur’un gerçekten inanıp inanmadığını nereden bilebilirdim?..
    Kutsal kitaba boşuna yemin etmek mi?.. Gotur beni epey köşeye sıkıştırdı. Öte yandan, sanki Gotur’u savunuyormuş gibi, Adilov bana bağırdı – ne duruyorsun, yemin etsene!.. Merkezden gelen kişi ise hâlâ sakin bir şekilde susuyordu. İlginç, Adilov neden böyle öfkelendi acaba?.. Belki de beni gelecekteki bir rakip olarak görüyordu? Bilmiyorum… Ama kesin olarak bilmediğim bir konuda kutsal kitaba, Kur’an’a yemin edemezdim. Nereden bilebilirdim ki Gotur’un Allah’a ya da bir inanca bağlı olup olmadığını?.. Gotur üstünlüğü ele geçirmişti ve bakışlarıyla beni adeta yiyip bitiriyordu – ne duruyorsun, hadi yemin et… Kur’an üzerine yemin et… Gotur’un yalan söylediğine, Allah’a inandığına dair yemin et… Olduğum yerde donup kaldım. Gotur gibi biri yüzünden böyle bir kitaba, Kur’an’a nasıl yemin edebilirdim?.. Ne konuşabiliyordum ne de hareket edebiliyordum. Kur’an’a elimi koymak için ilerledim, ama dirseğim kasıldı sanki, elim havada asılı kaldı, tüfeğin kayışı omzumdan kaydı, silah büyük bir gürültüyle yere düştü. Namludan çıkan kurşun, duvardaki portreyi delip geçti: Bu sizin portrenizdi, büyük lider… Kurşun tam ağzınızdan geçti. Herkes olduğu yerde donakaldı. Gotur salavat getirdi… Kur’an kırmızı bir örtüyle kaplı masanın üzerinde duruyordu ve sayfaları titriyordu. Mucizeler devam etti, çünkü herkesin gözü önünde kutsal kitabın sayfaları kendi kendine dönmeye başladı. Sanki bir rüzgâr esiyor ve sayfaları çeviriyordu. Ama aslında hiç rüzgâr yoktu. Kendimi tutamayıp dizlerimin üzerine çöktüm… Sadece enseme bir sıcaklığın vurduğunu hissettim. Gözlerimi açtığımda, burada, kutsal bir yerden hapishaneye dönüştürülmüş bu mekânda olduğumu gördüm. Gotur’un bundan sonraki kaderine dair hiçbir şey bilmiyorum…
    Sevgili Önder, lütfen siz söyleyin, burada benim suçum var mı? Boş yere yemin mi edeyim? Artık her gün bana işkence ediyorlar, dövüyorlar, güya bilerek ağzınıza ateş etmişim, güya bir tür gizli örgütle bağlantılıymışım. Benim hiçbir zaman herhangi bir gizli örgütle bağlantım olmadı. Siz bana özgürlük verdiniz, eğer ölürsem de sizin için ölüme giderim. Ama sizden beni serbest bırakmanızı rica ediyorum. Buradan çıktığımda tekrar devletimizin tüm görevlerini vicdanlı bir şekilde yerine getireceğim, düşmanlarına karşı daha acımasız olacağım. Gotur gibi olanları yerinde infaz edeceğim...
    Bu mektubu saygıdeğer öğretmen Şamil Kerimli yazıyor. Onun da hiçbir suçu yok. Her halükarda, eğer suçu varsa da çok azdır. Önceki mektubumu yazan Merdan Halık oğlu, bizim düzenimize düşman çıktı. Çünkü bir gardiyanı boğarak öldürdü ve tutuklamadan kaçtı. Kaçmaya beni de teşvik etti. Ben zamanında bir gardiyanı onun kaçmaya hazırlandığı konusunda uyardım, ama hiçbir işe yaramadı, gardiyan sözlerimi dikkate almadı ve halk düşmanını ellerinden kaçırdılar. Şamil Kerimli her ne kadar Merdan Halık oğlunun öğrencisi olsa da, onun yolundan gitmek istemiyor. Her halükarda, bana öyle görünüyor.
    Sevgili Önder, umuyorum ki bu mektubu alır almaz beni serbest bırakmanız için talimat vereceksiniz. Saygılarımla, size her zaman hizmet etmeye hazır olan, devletimizin kulu
    Allahkulu.


    KAVATİNA
    Yakında kapı açılacak, odanın loşluğunu keskin bir ışık çizgisi bölecek, oradan askerlerin dışarı ittiği ya da sürüklediği kişi O’nun tasarrufuna geçecek. O ise, artık ölüme mahkûm bir suçlu olan bu kişiye namluyu doğrultarak, onu “Maden” adı verilen yere doğru götürecek.
    Ama kapı henüz açılmamıştı. İnsanlar o odaya başka bir yoldan getiriliyordu – O bu yolu bilmiyordu, daha doğrusu biliyordu ama kendi gözleriyle görmemişti; o yolda başka insanlar bekliyordu. Muhtemelen o yoldan odaya girenlerin ruhunda hâlâ bir umut yaşıyordu, suçsuz olduklarına inanıyorlardı. Oysa O’nun beklediği yoldan geçenlerin umutla hiçbir bağı kalmamıştı, çünkü bu kapıdan çıkanlar nereye ve neden gittiklerini çok iyi biliyorlardı – bu yoldan geri dönülmediğini biliyorlardı.
    Artık tek bir şey düşünüyorlardı: beklenen ölümü hızlandırmak, yolu kısaltmak, acılarla daha çabuk vedalaşmak… Evet, bir de acısız ölmek. Ama nasıl acısız bir şekilde ölmek mümkün olabilir? Henüz insana acısız bir ölüm sunabilecek bir ilaç bulunamadı. Ancak ölüm anındaki çığlığı tek bir kurşunla kesebilecek bir bilim yardım edebilirdi: İşte bu bilimin sırlarını O tamamen öğrenmiş ve benimsemişti. Tak! Güm! Hırp! Nefes almayı bıraktı mı? Evet, Allah rahmet eylesin! Hiçbir yerin acımıyor, sızlamıyor değil mi? Hayır mı? Ve bir daha da acımayacak! Ben deneyimli bir kasabım: Hangi darbeyi, hangi taraftan ve nasıl uygulayacağımı iyi bilirim. Bu da bir bilim dalı aslında: Herkes bir, en fazla iki kurşunla öküz kadar güçlü bir adamı yere seremez!
    Peki, ama neden bu insanlar öldürülüyor? İnsanlar koyunlar gibi kesiliyor... Herhalde bir suç işlemişlerdir. Masum insanları öldürürler mi hiç? Geçen gün karım, amcamın da tutuklandığını söyledi; hapishanede bir gardiyana saldırıp kaçmış... İyi ki o gün onun yerinde ben yoktum. Yoksa beni boğup kaçar giderdi. Ama hayır, benim üzerime el kaldırmazdı. Ya ben sinirlenip onu öldürseydim? Öldürür müydüm? Bilmiyorum. Bu bir devlet meselesi. Kaçmaya çalıştığını fark etseydim, ateş etmek zorunda kalırdım. Başka ne yapabilirdim ki? Devlet içinde devlet kurmak olmaz. Diyorlar ki: "Ateş et, ateş etmek zorundasın!" Ben kendi başıma karar verebilecek birisi miyim ki? Hedefi tam on ikiden vurmayı öğrendim. Korku zamanı geçti artık. Şimdi kurşun bir bedene isabet ettiğinde, bana tereyağına giren bıçak gibi geliyor. Ne kadar kötü duyulsa da bazen işimden keyif aldığım oluyor. Meğer insan ile hayvan arasında o kadar da büyük bir fark yokmuş: İkisi de ölümü aynı şekilde karşılıyor – ikisi de ölümden korkuyor, titriyor, ikisi de kurşun isabet ettiğinde ya da bıçak girdiğinde bağırıyor ve ölürken hırıltı çıkarıyor. Ölen hayvanların gözlerinde bir damla yaş belirir – bunu her kasap iyi bilir. Ve insanların gözlerinde de son anlarında büyük gözyaşı damlaları oluşuyor – ay ışıklı gecelerde ölen insanların yüzlerinde o parıltıyı defalarca gördüm.
    Acaba bu insanların suçu neydi? Amcamınki mesela... O’nun ne günahı vardı? Birini mi öldürdü? Ama zaten mahkûm edildikten sonra öldürmüş. Eğer O’nu yakalarlarsa öldürecekler. Kim öldürecek? Ah, şimdi bir insanı öldürmek, bir tavuğun başını koparmaktan daha kolay...
    O’nun mesaisi geceleri başlardı. Genellikle, sabaha doğru nöbeti teslim eder ve eve koşardı. Gündüzleri çoğunlukla uyur, bazen yerleşim yerine, pazara, dükkâna giderdi. Sokaklarda ve yollarda az insan olurdu. İnsan sayısı sanki günden güne azalıyordu. Son zamanlarda insanlar adeta bir yerlere saklanıyordu, kimseye görünmemeye çalışıyorlardı. İnsanlara ne olmuştu? Birbirlerinden ne istiyorlardı?..
    Dizlerinde duran tüfeği ilk kez görüyormuş gibi dikkatlice incelemeye başladı, soğuk namluyu sıkıca kavradı. Tüfek bir şekilde ona soğuk bir yılanı hatırlattı – ürperdi... Alnında soğuk terler belirdi. Bir an için ağır meşe kapının aniden açılacağını, birinin içeri gireceğini, elindeki tüfeği alıp namluyu gözüne doğrultarak tetiği çekeceğini ve ateş edeceğini düşündü. Tüfeğin dipçiğini sıkıca göğsüne bastırdı... Kimse O’nun çifte tüfeğini alamaz! Kimse!.. Bu tüfeği O’na Adilov vermişti. Ayrıca tüfeği aldığında kalın siyah bir deftere büyük harflerle yazmıştı: "Teslim alındı." Ve altına imzasını atmıştı. Tüfeğin namlusu kısaydı, dipçiği büyüktü ve ağırlığı fazlaydı. Ateş edildiğinde boğuk bir ses çıkıyordu: "Güüp-p-p..."
    Evet, neden bu insanları karıncalar gibi eziyor ve öldürüyorlar? Kim onları öldürüyor? Yoksa kendisi de bu öldürenlerden biri mi? Kendisi mi? Çünkü O’na "öldür" diyorlar, O da öldürüyor. Üstelik, insanların uzun süre acı çekmemesi için yeni yöntemler geliştiriyor: Bazen tek bir atışla onların acılarına son veriyor. Bu, onlara yapabileceği en büyük iyilik. Can çekişerek yere düşen ve yılan gibi kıvranan insanların acılarını izlemeye tahammülü yok. Peki, o ne yapmalı? Ona "öldür!" diyorlar – ve o öldürüyor. Belki de bazen insanlara ölüm de hayat gibi bir hediye olarak verilmelidir. Ölüm, bütün acılara son verip onları sessiz ve sakin bir dünyaya götürüyor...
    Bu bir süre önce olmuştu. O gece, bu dünyayla mücadelesi ve acıları sona erdirilecek dördüncü ya da beşinci kişiyi uğurluyordu. Orta yaşlı, zayıf, kurumuş bir iskeleti andıran bir adamdı. Ayaklarını sürüyerek bilinmeyen mezarına doğru önünde yürüyordu. Yolun yarısında mahkûm durup arkasına döndü. Arkadaşları hemen tüfeklerine sarıldı! Ama o, istemsizce eliyle sakin olmalarını işaret etti.
    Mahkum-korkuluk, onlara dönerek sordu: “Beni nereye götürüyorsunuz?” Mahkumun sesi şaşırtıcı derecede canlıydı. Ardından, aynı canlı sesle, hiçbir suç işlemediğini ve kendisine hiçbir suçu kabul ettiremediklerini söyledi. O ve arkadaşları sessizce yollarına devam ettiler. Mahkum da ayaklarını zor sürüyerek peşlerinden gitti. Ona hiçbir şey söylemediler. Ne söyleyebilirlerdi ki? Onun suçlu olup olmadığını umursamıyorlardı. Ayrıca neden bu mahkum-korkuluğa hesap versinlerdi ki? Ne hakla?
    Adımlarını yavaşlatarak ve sadece O’na hitaben mahkum birden sordu: “Sen benim yerimde olsaydın, bu anlarda ne yapardın, ne düşünürdün?” Başta O, kahkaha attı. Mahkuma bağırarak, “Adımlarını hızlandır, yoksa…” dedi. “Yoksa ne? Vuracak mısın beni? Zaten az sonra vuracaklar.”
    Onun hali ve yürüyüşünden belliydi ki, hayatı iki kurşunluk ömrü kalmıştı. Tık… Tık… İşte bu kadar. Allah ruhunu bağışlasın…
    Sonra O, aniden düşündü: Ya bir gün kendisi de… aynı şekilde öne geçirip idama götürselerdi, o zaman ne yapardı? Ağlar mıydı? Bağırır mıydı? Yalvarır mıydı? Yoksa susar mıydı? Güler miydi? Neden? Ne için? Ama kim O’nu dinlerdi ki? İnsanlar acımasız… En sakin, kuzu gibi insanlarda bile bilincin ve ruhun en karanlık, en derin köşelerinde bir kaplanın yırtıcılığı, bir kurdun kurnazlığı ve bir tilkinin hilesi gizlidir. Bu yırtıcılık, kurnazlık ve kötülük ortaya çıkmak için yalnızca uygun şartları bekler. İnsanlar yılan gibidir. Kimse kuyruklarına basmadıkça kendi yollarında sessizce sürünürler; ama hafifçe dokunsanız, tıslayıp sokacak birini ararlar. Kuzuyu görürken, yılana dikkat et…
    Evet, eğer O’nun yerine kendisini idama götürselerdi, ne yapardı? Korkudan dizleri titrerdi. Belki bir adım bile atamazdı. Belki de yalvararak, dizlerinin üzerine düşerdi, onu ölüme götüren kişinin önünde. Yalvarır mıydı? Yoksa bir erkek gibi, başını dik tutarak, onu kurşuna dizecek kişinin gözlerinin içine mi bakardı? Bakabilir miydi? Burada çalıştığı süre boyunca, kaç tane böyle insan görmüştü, kaçını öldürmüştü. Tek, iki, en fazla üç kurşunla, hazırlık sürecinden sonra bile metanetini kaybetmeyen sakin, gururlu ve asık suratlı insanları yere sermişti. Kurşunla yere serilen insanların ölümü de farklı farklıydı. Bazıları inleyerek yüzüstü düşüyor, onları gömmek kolay oluyordu. Çukura itip üstlerini toprakla örtmek ve mesele kapanıyordu. Bu tür insanlara, yani ölümlere sempati duyuyordu. Ama bazıları yere düştükten sonra çığlık atar, vahşi bir sesle bağırırdı. İşte bu tür insanlardan nefret ederdi. Genelde kurşundan sonra insanlar ağızlarından fışkıran kanı toprağa doldurarak, sanki kalplerinin susuzluğunu gidermeye çalışırdı.
    Acaba kendisi kurşuna dizilseydi nasıl ölürdü? Sakin bir şekilde dizlerinin üzerine mi düşerdi, yoksa ağzını toprakla mı doldururdu? Ya da öfkeyle bağırıp yardım mı çağırırdı? Ölüm anında kimi hatırlardı? Çocuklarını mı? Eşini mi? Kardeşini mi? Amcasını mı? Yoksa Hans’ı mı? Bir zamanlar kardeşini uzak diyarlara gönderen ve ona eğitim almasına yardım eden o Hans’ı mı? Yoksa şu an öldürmeye götürdüğü o filozof-mahkum ucubeyi mi hatırlardı? Ne garip sorular soruyor bu yaratık: “Nereye götürüyorsunuz beni? Benim yerimde olsaydınız ne yapardınız? Yoksa kendiniz de bilmiyor musunuz, beni nereye götürdüğünüzü?” – Kurşuna dizilmeye! Anladın mı? Biz senin yerinde olsak ne yapardık? – Seni yerinden oynatamayız ki! Fark ettin mi?! Aptal... Ucube-filozof-budala... Sadece şu kehanetlerine bak! Felsefe yapışına dikkat et!..
    Maden’e vardılar. Çukurun başında durdular.
    O an birden tüfeğini kaldırdı ve hemen ateş etmeye başladı; çünkü o aptal-palyaço-filozof-mahkumun yine garip ve saçma sorular sormaya başlayıp kendisine ve arkadaşlarına rahatsızlık vermesinden korkuyordu. Bu yüzden ona hiç zaman tanımadı, tetiği çekti ve neredeyse aynı anda mahkum yüzüstü yere yığıldı. Ama birden mahkum... evet, evet, mahkum, ayağa fırladı ve tüm heybetiyle doğruldu. Bu sefer arkadaşları ondan önce davrandılar – kürekle ve tüfek dipçiğiyle ölmek istemeyen mahkumun başına, sırtına, göğsüne vurmaya başladılar. Ölmek istemeyen mahkum düştü, ancak ikinci kurşundan sonra yılan gibi, solucan gibi yerde kıvranmaya ve bükülmeye devam etti... Bir süre sonra titredi, hareketlendi ve üzerine atılan toprağı savurarak tekrar ayağa kalktı. Üçü de oldukları yerde donup kaldılar. Ölmek istemeyen bu adam, onların yüzüne bakıyordu. Ölüm cezasına çarptırılmış mahkum bir türlü ölmeyi kabul etmiyordu: ve işte bu ölmeyi reddeden adam, kedi çevikliğiyle öne doğru atıldı; fakat elleri bağlı olduğu için hendek tabanına düştü. Ve yine bir silah sesi yankılandı. Üçüncü kez, beklenmedik bir durumda ateş açtılar; zira mermilerden tasarruf etmeleri gerekiyordu; bu bir talimattı. Ama şimdi onları israf etmeye zorlamıştı – fazladan bir mermi harcadılar. Üçüncü mermi hemen etkisini gösterdi: ölmek istemeyen mahkum hırlayarak, bir yılan gören kirpi gibi kıvrandı... Ve sonra, bir kirpi gören yılan gibi uzandı. Artık endişelenmelerine gerek kalmadığına emindiler... Ölmek istemeyen ama sonunda ölen adamın göğsüne büyük bir taş koydular ve onu toprakla örtmeye başladılar...
    Şimdi, meşe kapının yanında oturmuş, tüfeğin dipçiğini kavrayarak o geceyi, o mahkum-palyaço-aptalı hatırlıyordu. O adam ölmek istememişti, ama ölüm cezasına çarptırılmıştı ve ölmeliydi. Başka bir yol yoktu. Ölüm yolunun sonu, ufukta görünmüyordu.

    REÇİTATİF. Silah sesi duyulduğunda, karanlıkta rengi ayırt edilemeyen bir at, ıhlamur ağacına bağlı olduğu yerden yere ayağını sertçe vurarak kısa bir şekilde kişnedi. Ağzından çıkan buhar, gece karanlığında bir ateşin dumanı gibi kıvrılıp yayıldı… Kadın çığlığının ürkütücü, delici sesi, silah sesi ve atın kişnemesiyle birleşerek geceyi saran gizemli sessizliği paramparça etti. Yarı karanlık oda bir anda yoğun ve boğucu bir dumanla doldu…
    Başındaki şapkası ensesine kaymış olan Adilov, elini parlak düğmelerle süslü üniformasının üzerine bastırarak yatağın önünde yana devrildi ve köpek gibi inleyip uluyarak kıvrandı. Sevar, ellerini göğsüne bastırmış halde bir köşeye sinmişti. Korkudan tüm bedeni titriyor, kesik kesik nefes alıyor, biraz önceki çığlığı atmamış gibi hafifçe hıçkırıyordu. Siyah saçlarını yüzünden uzaklaştırarak ürkek gözlerle büyük bir gölgeye bakmaya çalışıyordu. Karanlıkta odaya pencereden atlayarak giren kişinin kim olduğunu anlamaya çalışıyordu. Nihayet bakışları, odanın loşluğunda kurt gibi parlayan Mardan Halık oğlu’nun gözleriyle buluştuğunda, biraz olsun sakinleşti.
    Mardan Halık oğlu, sessizce ve uyanık bir bakışla dışarıda onu beklediğini ima ederek odadan çıktı. İçeriden tabakların şıngırtısı, kumaşların hışırtısı duyuldu. Sanki her biri yıllar kadar uzun süren anlar yaşamıştı. Siyah bir şalı omuzlarına almış olan kadın, göğsüne bir bohça bastırarak, ıhlamur ağacının yanında atın yularını tutan Mardan Halık oğlu’na yaklaştı. Dizgini sıkıca tutarken, sert bir bakışla ona emretti:
    "Bin!"

    Hayatında hiç ata binmemiş olan kadın, donup kalmış bir halde bir yandan adama, bir yandan sedef gibi parıldayan eyere şaşkınlıkla bakıyordu. Yakınlarda kuru bir dal kırılıyormuş gibi bir ses geldi. At kulaklarını dikti. Daha fazla beklemeye tahammülü kalmayan Mardan Halık oğlu, kadını kucaklayarak kuş gibi hızla eyerin üzerine oturttu. Aynı hızla ayağını üzengiye yerleştirdi, ona dizgini uzattı ve atın böğrüne tüfeğin kabzasıyla hafifçe vurarak boğuk bir sesle şöyle dedi:
    "Sür, oyalanma, istasyona ulaş…"
    Kadın istasyonu iyi biliyordu. Köyden oraya bir saatten fazla sürmezdi. At harekete geçti, kadın bir eliyle bohçayı sıkıca tutuyor, diğer eliyle dizgine yapışıyordu…
    Gözleriyle geceye karışan süvariyi uğurlayan Mardan Halık oğlu geri döndü. Merdivenlerden çıkarak dikkatlice içeri girdi, çevresine bakındı ve parmağını tetiğin üzerinde tuttu. Garipti: az önce burada inleyen yaralı Adilov ortalıkta yoktu. Lambanın zayıf ışığında yerde kan lekeleri parlıyordu. Sanki burada Adil adında biri hiç bulunmamış gibiydi... Uzaklardan bir silah sesi duyuldu. İlginç, kim ateş etmişti? Kime? Ve bu gecenin, bu ürkütücü karanlığın bir sonu var mıydı?
    Mardan Halık oğlu temkinli adımlarla avluya indi. Artık nereye ve hangi yöne gideceğini kendisi de bilmiyordu. Ona göre, tüm yollar kapanmıştı. Her geçitte onu bekleyen ve tuzağa düşürmek isteyen bir bekçi vardı sanki...
    Belki Şamil’i de yakalamışlardı. Geçen sefer onun takip edildiğini söylemişti. Neden? Sebep mi? Ne çok neden vardı! Örneğin, bir zamanlar Mardan Halığ oğlu’nun öğrencisi olduğu için. Hatta sırf eğitim aldığı için bile olabilir. Ya da Sevar yüzünden, onun güzelliği yüzünden. Başka nedenler de olabilir miydi? Evet, mesela Sevar’ın babasının “solculuk” ya da “sağcılık” suçlamalarıyla tutuklanmış olması; ya da Türkiye’de eğitim almış olan Sevar’ın kardeşinin dönüşü. Zavallının “üst tabakaya” mı yoksa “alt tabakaya” mı eğilim gösterdiği söyleniyordu. Şimdi herkes bir yöne çekiliyordu. Kendisi de öyle. Neden bulmak zor muydu ki? Dünya nedenlerle dolup taşmıyor mu? Boynun olsun da balta bulunur. Hatta mezbahada bile hayvanlar böyle bir vahşetle öldürülmüyordu. İnsanların hayatlarıyla birlikte umutları da sona eriyordu. Köyler kurumuş değirmenlere dönüşüyordu. Her şey karanlığa gömülüyordu ve güneşin doğuşu bile bu zifiri karanlığı aydınlatamıyordu. Aslında, bu üzücü durum bir yandan da komikti: yeni bir devlet inşa ediliyordu! Ama mesele burada bitmiyordu... Yeni bir devleti "yeni insanlar" inşa ediyordu. Ancak bu “yeni insanlar” aslında “eski insanlar”dı; sadece davranışları ve tavırları değişmişti. Sanki başka bir dünyadan gelmişler ve “yeni fikirlerini” tüfeklerle ve toplarla hayata geçiriyorlardı.
    Komşu köy İsalı, "yeni insanların" eliyle "eski insanlardan" çoktan arındırılmıştı. Mardan Halık oğlu'nun arkadaşları – Meherali Mustafa oğlu, Nasib Koçari oğlu, Mecid Abbas oğlu, Masim Gurban oğlu – kurşuna dizilmişti. Hepsi aynı köyden, aynı soydan geliyordu: İsa Kişi'nin evlatları, İsa Kişi'nin evi. Kimisi idam ediliyor, kimisi sürgüne gönderiliyordu.
    Bu bölgede, "eski zamanlardan" kalma "yeni insanlarla" birlikte, gerçekten "yeni" olan, kimsenin tanımadığı, dışarıdan gelmiş insanlar da vardı: Ruslar, Ermeniler, Gürcüler... Yerel destekçileri aracılığıyla "eskileri" öldürüyorlardı. Aman Tanrım, bu insanlar ne kadar acımasızdı! Belki de her birinin içinde bir tür "öfke" saklıydı – başka birinin kanına, bedenine duyulan tutku ve eğilim?! Belki de şimdi, uygun koşullar oluştuğunda, o yırtıcı duygu, o "öfke" aniden canlanıp ortaya çıkmıştı? Geçmişte, şimdi ve gelecekte olanlar üzerine düşündükçe, Mardan Halık oğlu'nun saçları diken diken oluyordu... "Bizi koru ve esirge, Yüce Allah!"
    Birkaç ay önce, Mardan Halık oğlu'nun eski tanıdığı Şahalı Kişi'yi tutukladılar. Gündüz vakti gelmeye cesaret edemediler herhalde. Halkın ayaklanmasından korktular. Peki Mehrali Kişi’yi kim ihbar etti? Günlerini ve gecelerini onun avlusunda geçiren Adilov. Onun oğullarıyla dost olan, kıymetli misafiri Adilov. Bir gece yarısı, biri Mehrali Kişi'nin kapısını çaldı, dışarı çıkmasını istedi. Mehrali Kişi bir şeyler hissetmiş olmalı ki, giyinip çıkmasını mı yoksa iç çamaşırlarıyla mı çıkmasını istediğini sordu. Kapının arkasındaki yabancı, fısıldayarak giyinmesinin daha iyi olacağını söyledi; belli ki, Mehrali Kişi'nin karısı Bahar Hanım’ın – ki akıl bakımından kocasına eşitti – ya da oğulları Sehvalı, Mehvalı, Dostmalı, Kadimalı’nın geliş sebebini anlamalarından korkuyordu. Gece misafiri, "bir erkek gibi", Meherali Kişi'nin yetkililer tarafından çağrıldığını ama nedenini bilmediğini söyledi. Mehrali Kişi sakince giyindi, yan yana uyuyan kızları Gülen, Telli ve Zarina'nın alınlarından öptü, büyük yatakta uyuyan oğullarına doğru baktı (uyandırmamak için yaklaşmadı), diğer odaya geçerek avludan gelen gürültüyle uyanan eşi Bahar Hanım’ın kulağına "beni yukarıdan çağırıyorlar, gecikirsem merak etme" diye fısıldadı. Karısı, dikkatlice eşinin yüzüne bakarak ayağa kalktı, halının arkasındaki duvardan çift namlulu tüfeği aldı ve kapıya yöneldi. Mehrali Kişi, karısına zamansız ölen kardeşinin mezarı üzerine yemin ettikten sonra tüfeği geri aldı ve kendi ayaklarıyla, kendisini bekleyen silahlı adamın önünde ya da arkasında, doğruca hapishaneye gitti.
    Mardan Halık oğlu Mehreli kişi’yi çok iyi tanırdı. Özel bir eğitimi olmamasına rağmen, bu bölgelerde en saygı duyulan ve değer verilen insanlardan biri olarak biliniyordu. Eskiden çok sayıda hayvan besler, büyük evler inşa ederdi. Ancak devlet tüm hayvanları birleştirip bir kolhoz kurmaya karar verdiğinde, Mehreli kişi ilk olarak tüm sürülerini devlete bağışladı. Büyük evine bir okul yerleştirildi. Cömertliğini bilen hemşehrileri onu başkan seçtiler; onun sözü burada ağırlık taşırdı. Ona sadece cömertliği yüzünden değil, güçlü karakterinden dolayı da büyük bir saygı gösteriliyordu. Peki onu neden tutukladılar? Bu tutuklamayı nasıl gerekçelendirdiler? Söylenene göre, kardeşinin bir yabancı devletle ilişkisi olduğu iddia edilmişti. Kadınların eğitimine engel olmuştu. Liderin portresini karanlık bir köşeye asmıştı. Evinde eski alfabe ile yazılmış kitaplar bulunduruyordu... Tüm bunlara ek olarak, Mehreli kişi bir zamanlar bu bölgede etkili olan Allahyar bey ve Mecid ağa adlı eşkıyalarla eski dostluğu nedeniyle de tutuklandı. Ama herkes biliyordu ki ne Allahyar bey bir eşkıya ne de Mecid ağa bir hayduttu. Onların her ikisi de eğitimli insanlar ve Mehreli kişinin sevilen dostlarıydı. Söylenene göre sorgu sırasında Mehreli kişi tek kelime etmemiş, sanki dili tutulmuş gibiydi. Davranışının sebebi sorulduğunda ise şöyle demişti: “Sorgulayanların yüzlerinden anladım ki beni bırakmaya niyetleri yok, o yüzden gereksiz konuşmaların bir anlamı yok, sadece baş ağrısı olur. Ayrıca diz çöküp onlara yalvaranları, birbirini satanları bile affetmiyorlar, benim gibi somurtup susan birine ne yapmazlar ki… Yok, bunlar gerçek cellatlar, katiller. Bana onlar değil, vasiyetimi eve ulaştıracak bir insan lazım. Bu dünyaya bakıyorum ve düşünüyorum – bu hamurun yoğurulması için daha çok su alacak gibi. Anlaşılan o ki, bu dünyanın işlerinden biraz anlayanlara yer vermek istemiyorlar. Onlara akıllı kafalar değil, boş kafalar lazım. Halkın kaderini çocuklara ve fırsatçılara emanet ettiler. Mardan Halık oğlu gibi bilgili bir insanı yok etmek istiyorlar. Genç kızları rahatsız ediyorlar. Sanki ahiret dünyası gözlerimizin önüne serilmiş gibi…”
    Rahmetli Mehreli kişi son sözlerinde onu, Mardan Halık oğlu’nu da anmış. Bunu sorguda değil, özel bir konuşmada dile getirmiş… Söylenene göre Mehreli kişi daha sonra Adilov’un kendisiyle de görüşmüş. Ona ne söylediği bilinmiyor. Bilinen tek şey, o görüşmeden sonra cellat, işkenceci ve dil kesici Adilov’un evinde yüzüstü yatmakta olduğu ve daha sonra tekrar Mehreli kişi ile buluştuğuydu…
    Diyorlar ki, Mehrail kişi gece kurşuna dizilmiş, sabaha karşı ise cesedi çukurdan kaybolmuş... Sanki peygamber İsa gibi göklere yükselmiş. Daha da anlatıyorlar ki, bu olayla yukarılarda özel olarak ilgilenmişler; kurşuna dizildikten sonraki sabah çukuru kazıp Mehrail kişinin cesedini aramışlar ama büyük bir taşın altından birkaç damla pıhtılaşmış kandan başka bir şey bulamamışlar. Söylentilere göre o gece Mehrail kişinin korkusuz yiğit oğlu Sehvali, babasının cesedini omzuna alıp bir yerlere götürmüş. Nereye gömüldüğünü kimse bilmiyor, çünkü o günlerde köy mezarlığında yeni bir mezar yoktu. Ayrıca derler ki Mehrail kişinin tutuklanmasından sonra mum gibi eriyen, kurşuna dizilmesinin ardından perişan olan Bahar Hanım birkaç gün sonra biraz toparlanmış, kocasının kurtarılmış kalıntılarını görünce Allah’a şükrederek teselli bulmuş. Ama çalınan cesedi nereye gömdüler acaba? Mardan Halık oğlu, o yerin sadece iki kişi tarafından bilindiğini duymuştu – Bahar Hanım ve oğlu Sehvali... Başka kimse bilmiyor. Hatta Mehrail kişinin diğer oğulları bile babalarının mezarından haberdar değiller. Bu bir öğütmüş, bir kararmış – “Henüz gençler, çocukça bir şekilde ağızlarından kaçırabilirler, bu yüzden bu sır onlardan bile gizli kalsın.” Peki, bu öğüdü kim vermiş? Mehrail kişi mi? Yoksa onu kurşuna dizmelerini emreden mi? Ya da bizzat infaz eden mi? Belki de Adilov mu? Kim bu öğüdü verdi?..
    Düşüncelerinin ağırlığıyla iki büklüm olmuş, nereye gittiğini bilmeden adımlarını takip eden Mardan Halık oğlu, neredeyse Mehrail kişinin ölümüne imreniyordu: bu dünyada en azından iki kişi onun mezarının nerede olduğunu biliyor. Diyorlar ki, ailesi gizlice de olsa onun için 40. gün mevlidini yapmış. Allah ruhunu rahmet eylesin! Ama ya kendisini kurşuna dizerlerse, kimse bunu bilecek mi? Evsiz bir köpek gibi öldürülmek ve aceleyle bir çukura gömülmek istemiyordu.
    Duyduğuna göre insanları kurşuna dizmeye götürenlerden biri onun öz yeğeniymiş; Mardan Halık oğlu zamanında ona üç yıl boyunca okuma yazma öğretmişti. Bir yandan, ona eğitimine devam etmesi için yardım edemediğine seviniyordu, çünkü böyle bir imkânı yoktu; yalnızca abisini okutabilmişti. Yurt dışındaki eğitiminden dönen abisinin arandığını duymuştu. Neden? Yabancı bir istihbarat servisiyle bağlantısı olduğu için mi? Doğru muydu acaba?
    Mardan Halık oğlu’nun içinde her şey altüst olmuş, kalbi ters çevrilmiş gibi, adeta bir kırbaçla dövülüyordu. Aman Tanrım! Ne büyük bir yalan uydurmuşlar! Bu sakin gencin yabancı istihbaratla ne ilgisi olabilir ki? Mardan Halık oğlu, kendini belki de bininci kez lanetlemişti: Ben suçluyum, çocuğu lekeledim. Eğer onu Hans ile okumaya göndermeseydim, şimdi kimse onu aramazdı; o da küçük kardeşi gibi huzur içinde çalışırdı… Derler ki… Hayır, bunu dile getirmek zor… Doğru mu, yeğeni insanları kurşuna diziyor? Mesleği katillik mi? Mardan Halık oğlu, onda hiçbir alçak özelliği asla fark etmemişti. Evet, kasaptı, hayvanların ve kuşların başını keserdi, ama insanları öldürmek… buna inanmak istemiyordu Mardan Halık oğlu… Kardeşinin oğlu… geceleri… insanları vuruyor. Belki de Mehralı kişi’yi de o vurdu. Hayır, şu anda bu kadar çok hapishane var… Herhalde vurucu adam da çok. Kim bilir, kim kimi vuruyor… Hayır, o insanları vuramaz!.. Vuramaz mı?!. Vurabilir!.. Hayır, hayır… Peki, ya Sevar’ın ne suçu var? Adilov denilen o kişi – ona insan demeye dil varmıyor – o ruhsuz cellat, misafir bir genç kadına neler yaptı?! Belki de Şamil’i hapse atan da o Adilov denen, içinde ne kalp ne vicdan ne de onur bulunan kişiydi. Bunu bilerek yaptı, Sevar’ı elde etmek için. Kendi tutkusu uğruna… Çılgın arzularının kölesi olduğu için…
    Mardan Halık oğlu yol kenarında durdu. Şafak söküşünü izledi. İstasyon tarafından buğulu bir tren düdüğü duyuldu. Sevar istasyona ulaşabildi mi? Ve Adil bir anda nereye kayboldu, evden nasıl kaçtı?.. Mardan Halık oğlu, katili kaçırdığına üzülse de, onu öldürmemiş olmanın bir şekilde teselli edici bir yanı vardı: Hapiste onun tarafından boğulan gardiyanın yuvalarından fırlayan gözleri hâlâ gözlerinin önündeydi. “O zavallı öldü mü? Belki de cellat ölmediği için iyidir. Yoksa ikinci kez ellerimi kana bulardım. Ve iyi… o benim öğrencim olmuştu, ona ben öğretmiştim… Sonra ömür boyu acı çekerdim. Ömür boyu?.. Hayatta ne kadar kaldı ki? Bir gün mü? Bir yıl mı?.. Allah bilir. Belki de sadece birkaç saat?.. Herhalde Adilov yakında herkesi ayaklandırır. Hayır, Mardan Halık oğlu, tehlikeli düşmanı belki de oracıkta vurmak daha iyidir? Hayır, hayır, o zaman senin Adilov’dan ne farkın kalır ki? Adil Adilov’un yıkmadığı bir ev kalmadıysa, bunu nasıl adlandırabilirsin? Yoksa onu mazur mu görmek istiyorsun? Ya da cellat ve katil için merhamet mi dileniyorsun? Daha çok şey göreceksin, Mardan Halg oğlu!”
    Gün ağarıyordu.


    Üçüncü Mektup
    "Ebedi ve doğal selamım, küçük bir oğul olarak zamanımızın büyük önderine.
    Bizim ölümsüz Allah’ımız!
    İnsanlığın büyük öğretmeni!
    Kutsal adınıza hitap ettiğim önceki mektuplarım hâlâ yanıtsız kalıyor. Bu mektuplarda tutuklanma nedenimden, cezaevi ortamından, mücadele ettiğim fikirlerden ve ideallerden bahsetmiştim. Her gün bir mahkûm olarak sorguya çekilsem de, burada, cezaevinde bizim için yaratılan uygun koşullar altında zihnimi ziyaret eden bazı düşünce ve görüşlerim var. Bunları sizinle paylaşmayı bir görev olarak görüyorum. Bu nedenle, yerin ve göğün yaratıcısı olan Allah’tan – yani sizden – bu mektubuma altın değerindeki zamanınızdan bir nebze ayırmanızı rica etmekten onur duyacağım. Peki, benim amacım, isteğim, niyetim nedir?
    Birinci: Aramızda hâlâ çok tehlikeli düşmanlar var. Onlarla mücadele artırılmalı. Bunu sorgulamalar sırasında her gün söylüyorum. Ama beni kim dinliyor? Hayır, sorgu memurlarından şikâyetçi değilim. Onlar çok insancıl insanlar. Bazen beni sopa veya tüfek dipçiğiyle cezalandırsalar bile, onlara darılmıyorum; sabırlı olduğumu görsünler. Suçsuz olduğumu anlasınlar. Onlara ve size söz veriyorum, masum adımdan bu lanet suçlamalar kalktıktan sonra, halk düşmanlarına karşı acımasız olacağım.
    İkinci: Sorgu çalışanları, yasa ve düzen ihlal eden gerçek suçlulara çok yumuşak davranıyorlar. Sadece dayakla bir insan suçunu kabul etmeye zorlanabilir mi? Hayır! Hayır! Hayır! Suçluya açıklamak gerekir. Nasıl? Hangi yöntemle? Örneğin, penseyle tırnaklarını sökerek. Sakalını ve saçını yolup kopararak. Ellerini burkacak, gözlerini çıkaracak şekilde. Eğer erkekse, hayalarını ezerek; eğer kadınsa, göğüslerini keserek. Kama sokarak. Demir çubuk, taşlama aleti kullanarak. Kömürlerin üzerine oturtarak. Boğazına kaynar su veya eritilmiş kurşun dökerek, parmaklarını kopararak… Yöntem çok. Ben düşündüm ve bir sorgulama sistemi geliştirdim. Gerekirse bunu uygulamaya koyarım. Eğitimim olmasa da, yeterince deneyimim var. Burada sizin ünlü bir düşüncenizi aktarmak isterim: “Üniversitelerimiz hayattır.” Bizim neslimizin payına şanlı mücadeleler düştü. Bu mücadeleler bizim öğretmenimizdi. Eğitim, kitaplar, bilimler; hayata adım atmak içindir, üstelik deneyimsiz kişiler için. Bizi ise bizzat hayat yetiştirdi. Yolumuzdan dönmemeliyiz.
    Üçüncü: İnsanlara fazla ilgi gösteriliyor. Bu aşırı ilginin sonucu olarak, genç nesil tembel ve ilgisiz büyüyor. Görünen o ki, kolektif içinde insanların şekillenmesi henüz tamamlanmamış. İnsanlar şu anda çalışmaktan çok öğrenmeye yöneliyor. Bizim bir öğretmenimiz var, adı Mardan Halık oğlu. Daha önceki mektuplarımdan birinde bahsetmiştim. İşte o, bir kozmopolit ve gençliği yoldan çıkarıyor. Sorgu çalışanlarımızın insancıl, gayretli ve asil çalışmalarını takdir etmeden cezaevinden kaçtı. Böyle bir öğretmenden ne tür bir siyasi olgunluk beklenebilir? Eğitim verdiği gençlere hangi idealleri aşılıyor? Ya da eski bir orta köylü olan Mehrali’yi ele alalım. Sözde tüm kalbiyle bizim iktidarımızı seviyor ve içtenlikle sistemimizi selamlıyor. Hepsi yalan. Sürü, at sürüsü ve koyun sürüsünü devlete sadece öylesine vermedi. Mehrali, eski uşağını çiftlikte baş çoban olarak atadı. Neden? Ne amaçla? Örneğin, yarın bizim iktidarımız devrilirse eski uşağına, yani şimdiki baş çobana “Hadi bakalım evlat, sürüyü, at sürüsünü ve koyun sürüsünü tekrar avluya getir” demek için. İşte böyle bir amaçla."
    Tüm bunları sözlü olarak soruşturmacıya bildirdim. Bizim burada bir Şamil-muallim (size yazdığım önceki mektubu ona dikte ettirmiştim) var, hakkında ayrı bir şekilde konuşmaya değer. Bu kişi, yıllardır genç nesli anlamsız fikirlerle zehirliyor. Devletin ana görevinin insanlara bakmak olduğunu söylüyor. İnsanların refah içinde, hiçbir şeye ihtiyaç duymadan yaşamaları gerektiğini savunuyor ve buna benzer şeyler anlatıyor... Bu, karşı-devrimci bir düşünce değilse nedir? Biz öncelikle kendi devletimizin zenginliğini düşünmeliyiz. Devlet zenginse, biz de zenginiz; ancak bizim refahımız devleti fakirleştirebilir. Şamil-muallim gibi öğretmenlerle başa çıkmak zamanın gereğidir.
    Ben çok derin bir eğitim almış biri olmayabilirim, ama ideoloji meselelerini iyi bilirim. Siyasi bilincim olgundur. Her zaman prensipli oldum. Bu sebeple, bir sorguda benimle birlikte hapiste bulunan Şamil-muallim (ona öğretmen demek dilime varmıyor), Şamil Kerimli hakkında detaylıca konuştum. Bu kozmopolit, idealist, özel mülk sahibi kişi bir zamanlar Mardan Halık oğlu’ndan eğitim almıştı ve bu şekilde onun gerçek yüzünü açığa çıkardım; onu, çürük ahlakın kör bir esiri olarak ifşa ettim. Bu tür insanlar bizim sınıfsal, ulusal ve ahlaki düşmanlarımızdır. Şamil Kerimli’yi dün gece götürdüler, geri dönmedi...
    Bu mektubu benim adıma Bek Ağa yazıyor. Sakin, yumuşak bir insan. Belki bir zamanlar hata yapmış olabilir. Ama hatasını anlayıp kabul eden bir insan affedilebilir. Sanırım, bir konuşmanızda buna benzer bir düşünce dile getirmiştiniz.
    Değerli liderim, tesadüf ve bir hata sonucu tutuklandım. Umarım, düşüncelerimi dikkate alarak serbest bırakılmamı sağlarsınız. Hayatımın geri kalanını da ideallerinizin propagandasına adayacağım.
    Hizmetkârınız Allahkulu.


    REÇİTATİF. O, kendi sefil hayatının sonunu görememişti; yüreği keskin keder pençeleriyle paramparça olmuştu. Nereye gidebilirdi? Kimden sığınak arayabilirdi? Kim onu kendi ocağında misafir edebilirdi? Zaten o da kimseyi böyle bir tehlikeye atmak istemezdi. Kimseye acı vermek istemezdi...
    İç dünyası, eski bir kalenin duvarları gibi yıkılıyordu. Her gün bu kaleden bir tuğla düşüyor, bir taş yuvarlanıyordu. Kendi gözleri önünde içi un ufak oluyor, kuma, toza dönüşüyordu... Evet, işte böyle, Mardan Halık oğlu. Bu hayatın sonu geldi gibi görünüyor. Akranlarının çoğu artık öteki dünyaya göç etti. Peki sen kimi ya da neyi bekliyorsun? Belki bir umudun var? Neyin umudu? Belki birine güveniyorsun? Kime? Sana öyle gelmiyor mu ki, dünya sona erdi? Hayır mı? O zaman neden insanlar öldürülüyor? Onların ne suçu var? Eski mi kaldılar? Belki de çürüdüler, yaşlı ağaçlar gibi? Yoksa meyve vermeyen ağaçlar gibi onları kesmek mi gerek? Hayır, durum öyle değil... Çoğu meyve veriyor; bilgili, eğitimli, görgülü... Çoğu genç, daha kurumamış... Belki bu bir kaderin, yazgının iradesidir? Böyle bir irade olur mu? Tüm akıllı, bilgili, sağduyulu insanları ayaklar altına alıp ezmek... Herhalde birilerinin işine geliyor bu? İnsan bir ağacı büyütmek için ne kadar emek ve zaman harcıyor, ama böylesine çok insanı bu yaşa getirmek için ne çileler çekildi! Şimdi ise onların hayatı, bırakın bir ağacı, bir hayvandan, koyundan, keçiden, hatta bir tavuktan bile daha değersiz hale geldi... Öldürüyorlar, yok ediyorlar ve bu bir türlü bitmiyor. Belki tüm dünyayı özgürleştirmek, temizlemek istiyorlar? Belki yeni bir tür, yeni bir insan sınıfı yaratmayı planlıyorlar? Diyorlar ki, bu insanlar eski çağlardan kalma, eski usulde düşünüyorlar, yeniyi kabul etmiyorlar. "Herkes eşit olmalı," diyorlar, "aynı şekilde yaşamalı." Eşit mi? Aynı ağırlıkta, boyda, aynı cinsiyette mi? Neden herkes aynı şekilde yaşamalı ki? Aptalın, akıllıyla aynı seviyede yaşamasına gerek var mı? Biri sabah akşam çalışıyor, diğeri uyumayı seviyor, - ve eşitlik iddiasında bulunuyorlar. Ne eşitliği ama! Eşitlik mi... Eşitlik? Bir bak şu eşitliğe!
    ...Bir yerlerde bir silah sesi yankılandı. Bir yerlerde bir at kişnedi. Muhtemelen şu an onu arıyorlar. Büyük ihtimalle Adilov ekibini toplamış, onun hakkında soru soruyor. Şüphesiz, Adilov ona çok kızgındı.
    Mardan Halık oğlu, Adilov’u öldürmediği için birden pişmanlık hissetti. Ateş ettiğinde, onu sadece hafifçe yaraladığını, Adilov’un yerde uzanıp numara yaptığını hemen anladı. O anda kendini toparlayıp, korkusunu yenip ikinci kez ateş etmeliydi. Ama ateş etmedi. Neden? Ona acıdı mı? Korktu mu? Bir zamanlar ders verdiği, öksüz bir çocuğu, bir insanı öldürmeye eli mi kalkmadı? Kanla ellerini kirletmek mi istemedi?.. Belki de böyle olması daha iyiydi.
    Peki onu neden kovuyorlar, neden peşine düşüyorlar? Okuma yazma bildiği için mi? Dünyada olup bitenleri anlattığı için mi? Halbuki bu bölgede ilk okulu açan kişi oydu. Mehrali Kişi, küçük kardeşi için yaptırdığı büyük ve güzel binayı çocuklara hediye etmiş, “Gidin, okuyun, aklınızı, bilginizi geliştirin,” demişti. O zamanlar Mardan Halık oğlu büyük bir hevesle işe koyulmuştu. Okula yetişkinler bile gelip alfabe öğrenmeye, okuma yazma öğrenmeye, öğretmenin verdiği ödevleri yapmaya çalışıyordu.
    Peki sonra ne oldu? Yaptığı onca şey için bir “teşekkür” alacağına, Mardan Halık oğlu mahkemeye hesap vermek zorunda kaldı. Ölüm onun peşindeydi. Ölümcül bir kurşun onu arıyordu…
    ... Başlarda her şey olağan akışında ilerliyordu. İnsanlar yeni düzen, yeni insanlar, yeni okullar gibi olağanüstü hayaller ve umutlarla doluydu. Ancak bu istek ve hayaller, zamanla korku ve endişeye dönüştü. Yeni bir traktör, eski bir camiyi yıktı; o zaman Bek Ağa son kez minareye çıkıp ezan okudu. Caminin yanında toplanan erkeklerin ve kadınların gözleri yaş doluydu; sanki gökyüzü gözlerinin önünde çöküyordu. Daha önce merakla inceledikleri yeni traktör, şimdi onların gözünde kara bir şeytan gibi görünüyordu; gökyüzü, caminin minaresine bağlanan zincir çekildiğinde çökmüştü. Toplanan kalabalığın göğsünden, parçalanan gökyüzü gibi çatallı ve inleyen bir çığlık yükseldi: “Vay-y-y!” İnsanlar gözlerini kapattılar. Gökyüzünün parçalanmış duvarlarından toz yükselirken, Adil Adilov, atının üstünde kibirle oturmuş, elindeki kırbaçla traktör sürücüsüne zinciri nereye bağlayacağını, neyi yıkacağını, neyi tahrip edeceğini gösteriyordu. Sonra kırbacını havada sallayarak kalabalığa döndü: “Size ne, geldiniz burada gösteri izliyorsunuz? Hadi, evlerinize gidin!”
    Bir süre sonra eğitimli insanları ortadan kaldırmaya başladılar. İnsanlar, iki-üç yıl okumuş olanların bile götürüldüğünü, onlara mahşer günü yaşatıldığını, dövülüp, “Maden” denilen bir yerde vurulup üzerlerinin toprakla örtüldüğünü duyuyordu...
    Son zamanlarda, kamulaştırılan ve kamu binalarına dönüştürülen evlerin duvarlarına yeni portreler asılmaya başlandı: bıyıklı ve sakallı adamların büyük portreleri. Portrelerden birindeki adam, Bək Ağa'ya benziyordu – gülümseyen yüzü ve delici bakışlarıyla. Tek fark, Bək Ağa'nın sakalının bembeyaz olmasıydı, oysa portredeki adamın sakalı henüz yeni yeni ağarmaya başlamış gibiydi. Çocuklar bu portrelere, özellikle de “Bək Ağa’nın portresine” bakarak sessizce fısıldaşıyordu. Anne-babaları, çocukların ne hakkında fısıldaştığını öğrenince, onlara dillerini tutmalarını tembih ediyor, sertçe uyarıyorlardı. Bundan sonra çocuklar, portrelerin asılı olduğu tarafa bakmaktan ve parmakla işaret etmekten bile korkar olmuştu; nedenini bilmiyorlardı, sadece büyükler onlara bunu öğretmişti: “Parmakla işaret etme, o kadar.”
    Sonrasında avlulardan hayvanlar götürülmeye başlandı. Ardından ahırlardan atlar alındı. Sonra ise kümes hayvanları toplandı. Çoban köpeklerinin büyük bir kısmı da götürüldü, çünkü devlet çobanlarının onlara ihtiyacı vardı.
    İnsanları gruplara ayırdılar ve tarlalara çalışmaya gönderdiler. Grup liderlerinin ellerinde sık sık bir kırmızı bayrak olurdu, yaşlısı genci şarkılar söyleyerek tohum ekiyor, dikiyor, hasat yapıyordu. Herkes birbirini izliyor, ağızlara dikkat ediyordu – ya biri sadece göstermelik ağız açıyorsa? Bu, iktidarı, sistemi ve lideri sevmeyenlerin işaretiydi. Somurtarak şarkı söyleyenler gruptan çıkarılıyordu. Herkes – evet, herkes – gülmek, sevinç göstermek zorundaydı… Yüzlerde mutlaka gülümsemeler parlamalıydı.
    Tanrım, insanlar arasında ne kadar çok düşman vardı?! Meğer insanlar, bugüne kadar birbirlerini yeterince tanımıyormuş. Her evde yabancı bir unsur saklanıyordu. İlk başlarda insanlar, Mehrali Kişi’nin haberi olmadan alınıyor ve izleri kayboluyordu. Ancak, saygı duyulan bir aksakallı ve aynı zamanda yerel yönetici olan Mehrali Kişi, müdahale etmek zorunda kaldı. Bir süre boyunca, insanları şahinler gibi alıp götüren, gri yüzlü, kırmızı kalpaklı adamlar ortalıkta görünmedi. Ancak Mehrali Kişi’nin de bir gece evinden alınıp götürülmesinden sonra kırmızı kalpaklılar tekrar ortaya çıktı. İnsanlar, bir “halk düşmanını” ihbar edenlere on beş ruble ödül verildiğini söylüyordu. Yani halk düşmanının yerini ilgili makamlara bildiren kişiye böyle bir prim veriliyordu. Bu kazancı kaçırmak istemeyen “kuyruklar” gece gündüz çalışıyordu. Son zamanlarda muhbirlerin sayısı artmıştı; sanki birbirleriyle yarışır gibi daha fazla düşmanı ortaya çıkarmaya çalışıyorlardı. Üst makamların verdiği görev ve emirleri, planları ve taahhütleri yerine getirmek için hiçbir şeyden çekinmiyorlardı. Düşmanlar birer birer açığa çıkarılıyordu.
    At Çöktü, Köpekler Bayram Etti. Mehrali Kişi’yi götürdüler; onun gizemli ölümü ve ortadan kaybolmasıyla ilgili söylentiler ve konuşmalar, muhbirlerin faaliyet alanını genişletti. Eskiden, yaşlı başkanın döneminde korkudan suskun kalanlar şimdi azıttı. Mehrali Kişi’nin küçük kardeşleri de muhbirlerin çabalarıyla tutuklandı. Akrabalarının bir kısmı, bu korkunç yıldırım gibi ailelerine isabet eden kader darbesine dayanamayarak ve muhbirlerin merhametiyle sorgulamalara ve işkencelere maruz kalmamak için intihar etti. Yaşam zorlaşıyordu, açlık kendini hissettiriyordu ve on beş rublelik ödülü kaçırmak istemeyenlerin sayısı gittikçe artıyordu.
    Başlangıçta, Mardan Halık oğlu kimsenin ilgisini çekmedi, belki de sadece bunu belli etmiyorlardı. Üstelik, eğitimli ve tanınmış insanların çoğu zaten tutuklanmıştı, halk arasında pek görünmeyen ve derslerden sonra çiftçilikle uğraşan Mardan Halık oğlu dikkat çekmiyordu. Akrabalarından biri yurt dışında eğitim görüp merkezde yerleşmişti; belki burada biri onun adından veya konumundan çekiniyordu; belki de muhbirler, gelecekte yüksek bir mevkiye gelebileceğinden korkarak bekliyorlardı. Ancak bir anda gazeteler, halk arasında yabancı ajanlardan söz etmeye başladı ve muhbirler sanki iz bulmuşçasına özel bir hevesle işe koyuldular: "Yurt dışında eğitim gördü mü? O halde hain." İşte böylece, artık yurt dışında eğitim alanlar kurşuna diziliyordu.
    Herkes birbirine düşman gibi bakıyordu. Tanrım, bu ülkede ne kadar çok düşman varmış meğer! Tam da bu sırada, Mardan Halık oğlu'nun Alman Hans ile dostluğunu ve yeğenini yurt dışında eğitim almaya göndermesini hatırladılar. Şehirdeki yeğeni, durumunun kötü olduğunu, izlendiğini, tehlikede olduğunu ve her an ölümle karşılaşabileceğini bildiren bir haber gönderdi. Küçük yeğeniyle ise bir süredir ilişkiler kopmuştu. Mardan Halık oğlu gibi insanlar gittikçe azalıyordu. On beş rubleye değer biçilen kafaların sayısı arttıkça, muhbirlerin iştahı da artıyordu. Ancak garip olan, hem insanların azalması hem de muhbirlerin yavaş yavaş ortadan kaybolmasıydı. Çünkü "ajan" planını yerine getirmek gerekiyordu. Üstler bunu talep ediyordu!
    Şimdi muhbirler, birbirlerini ele vermeye başlamıştı, birbirlerinden önce davranmaya çalışıyorlardı. Herkes, diğerini ihbar etmek için uygun bir fırsat kolluyordu. İşte böyle bir dönemde Mardan Halık oğlu da tutuklandı; kendisine yöneltilen suçlamalardan biri, yabancı istihbaratla bağlantılı olmasıydı. Kendisini, bir yabancı devletin ajanı olduğuna inandırmaya çalıştılar.
    Bunu duyunca, Mardan Halık oğlu önce çok şaşırdı, sonra gülmeye başladı. Onu sorgulayanlar hemen bu davranışına bir açıklama buldular: Yurt dışındaki fikirdaşlarını ele vermek istemiyor... kurnazlık yapıyor, oyundan çıkmak istiyor... İlk sorgulamalara bazen Adilov da katılıyordu. Hiçbir şey ifade etmeyen bir bakışla ona bakıyor, sorguculara kısa ve kuru bir şekilde şunu söylüyordu: "Öğretmeni üzmeyin. Ona borçluyuz. Ama davayı dikkatle araştırın, kanun kanundur, kanun önünde herkes eşittir. Değil mi, öğretmen?" – ve çıkıp gidiyordu.
    Adilov'u uzun zamandır tanıyan ve onu sevmeyen Mardan Halık oğlu, onun ne kadar acımasız ve merhametsiz olduğunu tahmin edememişti. Sorgulardan sonra hücresine dönerken, Mardan Halık oğlu arkadaşlarının fısıltıyla ve korkarak onun vahşetlerinden bahsettiklerini işitiyordu. Avludan sesi duyulduğunda ise hepsini büyük bir titreme sarıyordu. Gerçi Adilov şimdilik Mardan Halık oğlu ile yumuşak bir şekilde konuşuyordu, ancak her şey yakında onu "özel yöntemlerle" sorgulayacağını, her yolu deneyeceğini gösteriyordu. Şimdilik ise bekliyordu… Peki, Adilov neyi bekliyordu? Neden korkuyordu? Üstlerden yeni bir emir mi bekliyordu? Neden davayı uzatıyordu? Yoksa yeterince delil mi yoktu? Cezasını neden geciktiriyorlardı? Bir yerden emir mi bekliyorlardı?
    Mardan Halık oğlu şimdi, hapisten kaçıp evine döndüğünde, Adilov’un pençelerinden Sevar’ı kurtardığında, bu sorulara cevap bulmaya çalışıyordu. Aklına hep aynı düşünceler geliyordu ve kendisi de hep aynı cevapları veriyordu: Neden Adilov, neden? Adilov’u öldürmek gerekiyordu… Onu boşuna serbest bıraktı, boşuna… Hayır, o zaman kendisi de Adilov gibi olurdu… Bir zamanlar ona ders verdiği, onu adam etmeye çalıştığı birini öldürmek mi? İnsanları öldürmek için mi gelmişti bu dünyaya? Çocuğu olmayan, yıllarca bunu isteyen biri olarak, nasıl olur da bir başkasının hayatına son verebilirdi? Kendisi yaratmadan, neden başkasının yarattığını yok etsin ki? Ama ya yeğeni, öz kardeşinin oğlundan daha yakın olan kişi? O nasıl öldürüyordu? Onlar aynı kökten gelmiyor muydu? Söylendiğine göre, hiç tereddüt etmeden doğrudan alnından vuruyordu. Nasıl olur? Ona bu işi kim öğretti? Kendi yeğenine eline kalem almayı, yazmayı ve okumayı öğretmişti – o az çok okuyup yazabiliyordu.
    Ve sonra yeğeni kasabın yardımcısı oldu. Zamanla balta sallamakta ustalaştı, bir vuruşta öküzü yere seriyordu. Peki, O’nu atış yapmayı kim öğretti? Yeğende, Adilov’u cezbeden neydi? Adilov, onun kendi öz yeğeni olduğunu bilmiyor muydu? Elbette biliyordu! Eğer biliyorsa, neden onu bu kanla yoğrulmuş göreve aldı? Neden? Onun insanlığını elinden almak için mi? Bir insanın bir hayvana, bir yırtıcıya dönüşebileceğini kanıtlamak için mi? Hayır mı? O zaman neden? Neyin uğruna? Tüm soyun lanetlenmesi için mi? Herkes görsün ki bu suçları yalnızca Adilov işlemiyor; tek başına değil, onun yardımcıları var ve onlardan biri de Mardan Halık oğlu’nun yeğeni! Evet? Belki de…
    Düşüncelerinden sıyrıldığında, adeta yere mıhlanmış gibiydi. Ayakları onu, birkaç ay önce kaçıp canını kurtardığı yere, eski ibadethane olan camiye getirmişti.
    Kendi ayaklarıyla gelmiş ve kendi ölümün eşiğinde duruyordu. Buraya neden geldi? İnsan kalbinin gizli hislerini, onun akışını anlamak zor.
    Onu ölümün kapısına getiren korku muydu, yoksa bu korkuyu yaratan içgüdüler mi? Belki de adalete olan inancı yolunu değiştirdi? Çünkü dünya doğruluk, hakikat olmadan var olamaz… Sadece ölüm ve kan üzerine mi kuruludur bu dünya? İnsan sadece yaşamaya olan inancıyla mı yaşar? Sadece kendi kanı ve hayatı için mi mücadele eder bu aklın, bu kalbin, bu burnun ve kulakların sahibi? Belki de öyledir… Belki de bu iki ayaklılar birbirlerini parçalayıp yok etmek için yaratılmıştır? Herkes birbirine düşman, hasım, cellat olmuştur. Başkalarının kanı onları neden cezbediyor? Garip yaratıklar bunlar, bu iki ayaklı yırtıcılar… Hayır, Mardan Halık oğlu, yanılıyorsun! Yanılıyorsun! İnsanları altüst eden, onları yırtıcıya dönüştüren gücü, sebebi bulmak lazım!..
    Ölümün yuvalandığı yere neden geri döndün? Yoksa birinin önünde diz çöküp suçların için af, merhamet mi dilemeye geldin? Neyle suçlusun sen? Hayır, Mardan Halık oğlu, belki her şey öyle değil, belki de sen neyle suçlu olduğunu kendin de iyi bilmiyorsun? Görünüşe göre yaşlandıkça aklını kaybediyor, aptallaşıyorsun, Mardan Halık oğlu… Çünkü ölümün tam burnunun dibindesin, bir adım atsan her şey bitecek… her şey… ellerini bağlayacaklar ve seni içeri alacaklar. Ağır bir tüfek dipçiğiyle ensene vuracaklar. Boynunu kıracaklar. İnsan kanına öyle alıştılar ki seni hadım etmeyi, hayalarına basıp seni kısır bir koç, döl vermeyen bir boğa haline getirmeyi bile düşünebilirler… Aklını mı kaçırdın, Mardan Halık oğlu? Ellerini kullanarak kendine mezar kazmaya mı gidiyorsun? Allah’a meydan okuyan, kendilerini besleyen sütü kesen canavarlara yem olmaya mı gidiyorsun? Dünyayı kana bulayanlardan merhamet mi dileyeceksin?
    Az önce hafifçe parlayan adamın yüreği karanlığa gömüldü. Olduğu yerde duruyordu, ama içi paramparça oluyordu. Omuzları, kafasını parçalayan dayanılmaz acı dolu düşüncelerin ağırlığına dayanamayarak, vurulmuş bir kuşun kanatları gibi düşmüştü. Gözlerinin önünde yer ve gök dönüyordu. Boğazı düğümlendi. Dökülmeyen gözyaşları içini yakıyordu. Hıçkırarak ağlamak istiyordu. Ama sanki görünmez bir el, göğsünden kopup gelen çığlığı öfke ve inatla boğuyordu... Adam, kendini hem dıştan hem içten yakan, kendi boyutlarında bir alev ocağına dönüşmüştü.
    Uzaktan bir silah sesiyle irkildi ve başını yukarı kaldırdı. Gökyüzünde karanlık bulutlar yayılmıştı: siyah gölgeleri gri ovaların üzerine düşüyordu. O gölgeler, kara süvarileri, kara kervanları, kara haberleri andırıyordu...
    Ve az önce hafifçe parlayan adamın düşünceleri yeniden ağır bir karanlığa gömüldü...

    ...Önce bir tren düdüğü duyuldu. Sonra ovalarda tekerleklerin düzenli tıkırtısı yayıldı... Ve ardından bu seslere yanıt gibi bir at kişnemesi işitildi.
    Havada dizgini savurarak, öfkeli ama aynı zamanda yalvaran bir sesle kadın ata bağırdı. Sırtındaki yabancı yolcunun sesindeki yalvarışı öfkeden önce hisseden at, birden ileri atıldı, kadının isteğiyle tren düdüğüne ve tekerleklerin düzenli tıkırtısına doğru daha hızlı koştu. At, uzaklaşan ağır seslere yetişmeye çalışıyordu... Tren düdüğünün sesi uzaklaşıyordu.

    Etrafta kimse görünmüyordu... Bu gri, yalnız gecede, bu gri, yalnız bozkırda sadece iki yolcu vardı: bir at ve bir kadın... bir kadın ve bir at... Geniş, pembe-gri bozkırın sessizce söylediği sesiz şarkıyı yalnızca at nalının tok sesi bozuyordu. Artık ne tren düdüğü duyuluyordu ne de tekerleklerin düzenli tıkırtısı. Dörtnala koşan at, peşine düştüğü seslerin yönünü unutmuştu; şimdi bilinmeyen bir yöne doğru koşuyordu – her halükarda kadın bunu belirleyemiyordu. Beyninde yaşananlar korkunç bir kabus gibi yankılanıyor, yeniden gözleri önünde canlanıyordu.

    Yanlarında hissettiği yumuşak ve narin kadın bacaklarının dokunuşu, sanki atı sakinleştirmişti. Adımlarını dikkatlice atıyor, şimdiki yol arkadaşının, narin varlığının düşüncelerini bölmek istemiyor gibiydi.

    Kadın, ilk kez eyer üstüne oturmasına rağmen, dizginleri kararlılıkla tutuyordu. Gözlerinin önündeki ova ona yabancı ve cansız görünüyordu. Aslında, şu anda bu sonsuz dünyanın varlığı kadının umurunda bile değildi. O anlarda her şey onun için anlamını yitirmiş, değerini kaybetmişti. Zaman bile – yaşamla ölüm, iyilikle kötülük arasında çırpınan o zaman – artık önemsizdi.
    Kadın nereye gidiyordu, nereye acele ediyordu? İntihar etmeye mi çalışıyordu? O an için onun için sıcak bir yatakla soğuk bir mezar arasında bir fark var mıydı? Şimdi, onu ölümden kurtaran biri değil, onu hayattan kurtarıp kederinden sonsuza dek özgür bırakan biri onun için gerçek bir kurtarıcı olacaktı. Böyle bir varoluşun, bu cansız tükenişin hiçbir anlamı yoktu.
    Yakın zamanda babasının tutuklandığını duymuştu. Ondan kısa bir süre önce, Paris'te eğitim almış olan kardeşi tutuklanmıştı. Ve şimdi de Şamil'in kocası… Hayır, artık eski (eski mi?) kocası Şamil Kerimli'yi yakalamışlardı. Mardan Halık oğlu'nun eski öğrencisini… Adil Adilov'un eski dostunu… Neden "eski"? Evet, evet, artık eski… Şimdi her şey geçmişte kalmıştı, her şey…
    Ovanın sessiz şarkısına, belirsiz gece alacakaranlığı sızmaya başlamıştı. Bu alacakaranlık, bu belirsizlik, tıpkı ovanın sessiz şarkısı gibi, yıpratıcıydı. O yıpratıcı şarkının sessiz çığlığı, yerin köküne, göklerin derinliklerine kadar işliyordu. Bu çığlığın bir ucu, at üstünde bilinmeyen bir yöne doğru ilerleyen kadının kalbine bağlanmıştı. O şarkı, sevgi ve dostluk hakkındaydı. Sevdalı insanlara vurulan darbe, sevgiye yapılan saldırı hakkındaydı. Başlangıçta sessiz bir inlemeyi andıran bu hüzünlü şarkı, her zamanki gibi yatağından çıkmış, berrak bir sese, kelimelere dönüşmüştü... Sonunda bu sesler bir çığlığa, bir çağrıya evrilmişti: "Eheeyy-y-y..." Ovalar bu sesle bir taşkın gibi dolmuş, bozkırlar bu çağrıyla bir sel gibi büyümüştü: "Eheeyy!"
    Gece grisiyle boyanmış düzlükte, bir at dörtnala uçuyordu... At sanki orada, yukarılarda bir yerde uçuyordu... Ayakları yere değmiyordu... Görünüşe göre, ova da sıradan bir bozkır değildi - toprak kuğu tüyleriyle kaplıydı. Dünya tuhaflıklarla doluydu: bazen insanı pençesine alan keder, sıkıştıran hüzün, bir anda mutluluğa dönüşüverirdi. Daha önce ayaklarına taşlar bağlanmış gibi duran atın toynakları artık yerden kopmuştu: At, bir Anka kuşu gibi uçuyordu... Bu mutluluk muydu? Kim bilebilir? Belki hayatın zıt uçları, iki ayrı kıyısı birleşmiş, kaynaşmıştı.
    Bozkır ve düzlük, pembe gecenin serinliğinde sonsuz şarkısını söylüyordu...
    ...İkisiyle de aynı anda tanışmıştı. Ama kalp yalnızca birine aitti, yalnızca birine... Kalbin ait olduğu kişi Şamil'di. Üçü de aynı sınıfta okuyordu. Bazen derslerden sonra Şamil ve Adil, dar sokaklardan geçerek onu evine kadar bırakıyordu; Sevar, onların hemşehri olduğunu, bir zamanlar komşu olduklarını, aynı okulda okuduklarını biliyordu; bazen her ikisi de eski öğretmenleri Mardan Halık oğlu'nu anıyordu. Bir zamanlar Adil'in dul annesi yeniden evlenip oğlunu da alarak başka bir yere taşınmıştı. Yıllar geçti ve Şamil ile Adil tekrar karşılaşıp dost oldular; ikisi de güçlü, uzun boylu ve geniş omuzluydu. Şamil utangaçtı, konuşurken yüzü kızarırdı. Adil ise kelimeleri bol, konuşkan ve atılgandı... Neden bilinmez, Sevar Şamil’i seçti... Sınıfta kız sayısı azdı. Ve onların arasında en güzeli Sevar’dı...

    Adil onlarla sadece iki yıl okudu. Sonra ortadan kayboldu. Onu özel bir okula gönderdiklerini, oradan mezun olduktan sonra rütbe, omuzlarında apolet ve yanında bir tabanca olacağını söylüyorlardı...

    Her şey Şamil’in istediği gibi oldu: Düğünlerini yaptılar, evlendiler. Sevar’ın babası ve erkek kardeşleri, gençlere hayır dualarını verip onları köye yolcu ettiler. Hem Şamil hem de Sevar köy okulunda öğretmen oldular. Şamil’in eski öğretmeni Mardan Halık oğlu o okulun müdürüydü...
    Bunca yıllık ayrılıktan sonra Sevar yeniden Adil ile karşılaştı. Ama bu artık eski Adil değildi; buralarda artık ona Adilov diyorlardı… Adilov Başkan… Yoldaş Adilov… Yoldaş Adil… Adil Adilov… Adilov halk arasında nadiren görünüyordu… Söylenene göre gündüzleri köy köy, dağ dağ dolaşıyor, haydutları kovalıyordu. Bu topraklarda Adilov, tanınan kişilerden biriydi. Şimdi gerçekten rütbesi, omuzlarında apoletleri ve belinde bir tabancası vardı. Dahası, söylentilere göre Adilov’a özel yetkiler verilmişti – kimi nasıl cezalandırmak isterse cezalandırabilir, insanlara istediği gibi davranabilirdi. Adilov, devletin savaşçı kolu ve cezalandırıcı kılıcıydı. Erkekler Adilov’a saygı duyuyordu. Kadınlar Adilov’dan korkuyordu. Çocukların çoğu kahraman komutan Adilov’a benzemek istiyordu. İnsanlar Adilov’u atının nal sesinden tanıyordu: “Adilov oraya gitti”, “Adilov buradan geçti”, “Adilov şu tarafa yöneldi”…
    Nedense Adilov eski dostu Şamil ile soğuk bir şekilde selamlaşıyordu. Nedense eski öğretmeni Mardan Halık oğlu Adilov’un yüzüne bakamıyordu. Nedense bazen okulun önünden geçerken ve Sevar ile karşılaştığında Adilov’un yüzü değişiyor, kaşlarını çatıyor ve dişlerinin arasından bir şeyler homurdanıyordu. Nedense artık bu ünlü komutan, eğitimli insanlardan hiç hoşlanmıyordu; bu, onlara olan davranışlarından açıkça belli oluyordu. Bir zamanlar Adil diye çağrılan, şimdi ise Yoldaş Adilov olarak bilinen bu sert ve korkutucu adamın herhangi bir eve ya da avluya gelişi, korkunç çığlıklarla, feryatlarla ve ağıtlarla sonuçlanıyordu. Adilov’un adı bir parola gibiydi – o bir yere uğradığında, o evlerden ve avlulardan hapishanelere doğru karanlık yollar açılıyordu…
    Bir zamanlar Şamil ile bağları olan bu adamı görmek Sevar için de acı ve ızdırap olmuştu. Adilov bazen okulun önünden geçerken, onun keskin ve tehditkâr bakışı Sevar’ı delip geçiyor ve nedense Sevar’ın yüzü kıpkırmızı kesiliyor, nabzı hızlanıyordu. Genç kadının hassas gözlerinden, komutanın bakışındaki kaynayan yılanlar saklanamazdı.
    Şamil’i en çok rahatsız eden şey, Adilov’un öğretmenlere talimatlar vermesi, onlara bağırması, kaba davranmasıydı. Birkaç kez bu durumu Adilov’a açıkça dile getirmiş, bu davranışına son vermesini rica etmişti: “Burada kimse sana borçlu değil.” Ancak ne fayda, Adilov, eski arkadaşının bu imasını görmezden gelmekle kalmamış, bir de alay etmişti: “Ne yapacağımızı, o diplomalı aptallardan daha az bilmiyoruz... Kimsenin devlet işlerine karışmaya yetkisi yok... Bu okul, sanki bir sabotaj yuvası...” Öğretmenler ise Şamil’den dilini tutmasını, kanlı kazanı sallamamasını, şeytani yuvayı karıştırmamasını rica etmişlerdi. “Adil Adilov denen kişiden her türlü bela beklenir…” Şimdi Adilov, bu bölgede en büyük yetkilere sahip olduğuna inanıyordu.
    Son zamanlarda Adilov, okula daha sık uğramaya başlamıştı ve bakışları yumuşamış gibiydi: Sevar’ı gördüğünde gülümseyen gözleri kısılıyor, etli yüzü gevşiyor, seyrek dişleri beyazlıyor, burun delikleri titriyor, kalın ense kısmı kızarıyordu. Sevar ise irkilerek başıyla selam verip yüzünü çeviriyordu. Adilov, “eski öğrenci arkadaşı”na birkaç hoş söz söylemeyi kendine görev bilirken, Sevar bir an önce onun soğuk, delici ve ürkütücü bakışlarından kurtulmaya çalışıyordu.
    Şamil muallim, Adilov’un son zamanlarda okula bu kadar sık gelmesinden şüpheleniyordu ve kara bulut gibi dolanıyordu. Üstelik kayınpederi ve oğullarının tutuklandığı haberinden de sarsılmıştı. Birkaç ay önce öğretmen Merdan Halık oğlu’nun tutuklanması ise ona daha büyük acılar vermişti: İçinde şiddetli bir kasırga kopuyordu. Geceleri endişeyle uyanıyor, gündüzleri insanlardan kaçıyordu; derslere isteksiz gidiyordu. Sevar ise ondan daha dayanıklı ve sabırlıydı. Zaman zaman onu bir çocuk gibi azarlıyor, utandırıyordu. “Sabırlı ol,” diyordu, “Her küçük şey yüzünden sinirlenme, kendini kaybetme. Er ya da geç gerçek galip gelir. Dünyayı feodallar yönetmiyor... Sabredelim…”
    O gece köpekler akşamdan ulumaya başlamıştı; sanki yabancıların yakında geleceğini hissetmişlerdi. Birçok evde ışık yakılmamıştı. Gökyüzünü kara bulutlar kaplamıştı; o, adeta sırlarla dolu devasa bir sandığı andırıyordu.
    Bulutların ötesinde altın rengi yıldızlar parıldıyordu, ancak ışıkları bulutların ötesinde kalıyordu; insanlar ışıktan mahrumdu...

    Köpeklerin boşuna huzursuzlanmadığı anlaşıldı: gece yol tarafından at nalı sesleri duyuldu. Demir nalların sesi kapı ve pencerelerden evlere işliyordu. Kapalı pencereler ve kapılar daha sıkı kilitlendi. Evlerin karanlık pencerelerinden, at nalının altından çıkan kıvılcımlar açıkça görülebiliyordu. Sıkıca kapatılmış pencereler ve kapılar arasından evler, nal seslerinin karışık yankısıyla doluyordu: tak-tuk… şak-şuk...
    O gece Şamil Muallim’in evine üç silahlı atlı yaklaştı. O gece Şamil Muallim’i halk düşmanlarına yardım ettiği gerekçesiyle tutukladılar; ellerini bağlayıp tüfeklerin dipçikleriyle iterek bir yere götürdüler... Korkudan ve dehşetten Sevar’ın gözleri büyüdü ve donup kaldı. Kadının gözyaşları sanki kurumuştu...
    Kararmış gece bozkırında kanatlı bir at üzerinde uçan kadın hâlâ rüyaların denizindeydi. Son günlerde gördüğü korkunç rüyalar tekrar tekrar zihninde dönüp duruyor, gözlerinin önünden hayaller gibi geçiyordu. O rüyalardan kan kokusu geliyor, silah sesleri, çığlıklar, bağırışlar, inlemeler duyuluyordu. Şimdi ise kanatlı at, onu bu korkunç rüyalardan uzaklaştırıp başka bir dünyaya – daha tuhaf rüyaların kucağına götürüyordu... Bu rüyaların en korkuncunu birkaç saat önce görmüştü: Adilov, gece karanlığında korkunç bir kâbusun kahramanı gibi evine sızmış ve onun namusuna göz dikmişti. Ona tehditler savurmuş, korkutmuş, aşağılamış, hakaret etmiş ve dövmüştü... Hayır, bu rüyanın korkutucu tarafının yanı sıra komik bir yönü de vardı: Adilov ona yalvarıyor, vaatlerde bulunuyor, hayallerinden, bu dünyanın sonsuzluğu ve faniliğinden söz ediyordu. Korkunç rüyanın korkunç kahramanı, genç kadına kendi anlayışındaki gerçek aşk hakkında yeterince şey anlatmıştı. Sevar, bir kez daha Adilov’un aşkının, onun aşk anlayışının, kendisi kadar korkunç ve kaba olduğuna ikna olmuştu. Adilov için aşk, kızgın bir boğanın sürüye yönelip bir ineğe yaklaşırken hissettiklerinden farklı değildi. Bu, birçok erkeğin kanını dökmüş olan şanlı kahraman Adilov’un ellerini hayvani bir şehvetle boyamış bir duyguydu; o erkeklerin çoğunun güzel eşleri vardı. Ve o erkeklerin çoğu gerçekten erkekti...
    Birkaç saat önceki o dehşet verici rüyada, Adilov adındaki o çirkin adamdan sonra başka biri daha belirmişti; Sevar, başta bunun Şamil olduğunu sanmıştı. Bir an için kadına, kocasının elindeki tüfeğin namlusunun yüzüne doğrultulmuş gibi gelmişti. Ama sonra tüfeğin başka bir yöne hedef aldığını gördü... Ve ateş eden kişi Şamil değil, onun eski öğretmeni, Sevar’ın meslektaşı Mardan Halık oğlu idi... Silah patlar patlamaz, Adilov yere serilmişti... Ardından rüyadaki ikinci kahramanın güçlü ve şefkatli eli, onu bir ata bindirmişti... Şimdi ise o korkunç kahramanın itaatkâr atı, onu bilinmeyen bir yere taşıyordu... Ne bir istasyon görünüyordu, ne de bir tren. Tekerleklerin düzenli tıkırtısı da artık duyulmuyordu... Sınırsız, insansız bozkır uzayıp gidiyordu. Bozkır yine şarkısını söylüyordu. Bulutların ötesinde gökyüzünün gizemli örtüsü yıldız düğmeleriyle iliklenmişti. Ama bu bozkırlardan, gökyüzünün altın düğmeleri görünmüyordu. Rüyadan kopup gelen atın sırtında bir kadın uçuyordu; sanki atın değil, rüyaların kanatlarının üstünde süzülüyordu.
    Gece karanlığı bozkıra çökmüştü.


    KORO. – Tag-tag-tag!
    – Tag-taragg...
    Salyangozlar kendi şarkılarını tüm sesleriyle söylüyordu.

    REÇİTATİF. O, her zaman tetikte olan, kurt misali yalnız bir adam olmasına rağmen, er ya da geç yakalanacağını ve hesap vereceğini gayet iyi biliyordu. Hayatının acı ve ıstırapla dolu büyük bir kısmını zaten yaşamış olduğunu, geriye çok az kaldığını da biliyordu. Mardan Halık oğlu korkuyordu, hem de çok korkuyordu; geçmişte yaşananları, olan biteni ve gelecekte olabilecekleri düşünürken dizleri titriyor, kalbi göğsünden fırlayacak gibi çarpıyor, alnı soğuk terlerle kaplanıyordu. Hayır, yalnızca kendisi için değil, ölümün acısından da korkmuyordu, çünkü ölümün kendisi zaten yeterince korkutucuydu. Mardan Halık oğlu’nu asıl dehşete düşüren şey başkaydı: Kelimelerle ifade edemediği bir şey. Bu, adaletsizliğe, dinsizliğe benzeyen bir şeydi. Mardan Halık oğlu, derin bir inanç sahibi biri değildi; hiçbir zaman oruç tutmamış, namaz kılmamıştı, dahası, fırsat buldukça Allah adına yalan vaaz verenlerle alay etmişti.
    Aynı zamanda o, Allah’a söven veya hakaret edenlerden de değildi. Ancak, bir şeyleri anlamaya başladığından beri, her zaman bu dünyada gökyüzünü ve yeryüzünü yöneten, düzeni sağlayan, doğru ve yanlışa hükmeden, görünmeyen bir elin iyi ile kötüyü ayırarak her şeyi yerine koyduğunu düşündüğü bir güç olduğunu hissederdi. Bu el ya da güç, bir nevi doğanın kendisine benzerdi; akan bir nehir gibi, genç bir ay gibi, bir rüzgar gibi. Eğer o görünmez ama yine de var olan güç bir gün aniden yok olursa, birçok şey özünü yitirir, birçok nehir yatağından taşar, birçok rüzgar yön değiştirirdi...
    Son zamanlarda, adaletsizlik ve dinsizlik üzerine düşünürken, gözlerinin önüne sürekli Adilov geliyordu. Bir zamanlar Adilov olarak adlandırılan varlığa, yani Adil Adilov’a öğretmenlik yapmıştı. O zamanlar Adil, yamalı eski bir kaftan içinde, burnu akan, uyuz bir çocuktu (o zaman henüz Adilov değildi!), dışarıdan sakin ve itaatkâr bir çocuk olarak görünüyordu. Daha sonra, dul olan annesi tekrar evlenip onu üvey babasının evine, başka bir köye götürdüğünde, uzun süre ondan hiçbir haber alınamadı. Ancak son yıllarda, "özel bir okuldan" mezun olduktan sonra memleketine dönen Adilov’un adı burada yankılanmaya başladı. Eski Adil’den eser kalmamıştı; sakin, sessiz Adil’in yerini yıkıcı, her şeyi mahveden, yok eden bir Adilov almıştı. Artık anneler, yaramaz çocuklarını onun adıyla korkutuyorlardı. Merhametine şükürler olsun, Allah!
    Hayır, Mardan Halık oğlu’nu rahatsız eden tek şey bu değildi. Bir zamanlar ders verdiği o sessiz, sakin çocuğun yerine gelen, zuhureden Adil Adilov, düşmanlarını genelde okuma yazma bilen insanlar arasında görüyordu ve bu bölgelerde okuma yazma bilen herkesi birer birer ortadan kaldırıyordu. Haykırarak bağırdığı sözlerine bakılırsa, bu yeni düzenle birlikte fakirlerden başka kimse kalmayacaktı; geçmişten kalma çürük düşüncelerle dolu tüm eski kafalar kesilecek, yeni düzeni görmek istemeyen gözler çıkarılacaktı.
    Adil Adilov, bir zamanlar kendi kafasına da zararlı fikirlerin yerleştirildiğini, ancak bunu zamanında fark ederek kendisine öğretilen her şeyi hafızasından sildiğini ve tamamen unuttuğunu defalarca söylemişti. Geçmişi unutmak için Adilov, eski alfabe ile yazılmış kitapları yakıyor, bu tür kitapları saklayanları ise çoğu zaman yerinde infaz ediyordu. Bunu duyan Mardan Halık oğlu da kıymetli kitaplarının çoğunu kendi elleriyle yakmak zorunda kalmıştı. Ateşe atmaya kıyamadığı kitapları ise bir sandığa koyup evinin yakınına gömmüştü.
    Onu rahatsız eden şey, bu yaşta insanlardan uzak durmak, sadece geceleri dışarı çıkmak, bir parça ekmek ve sıcak bir ocak arayışıyla dolanmak zorunda kalmasıydı. Şu an, tam bu dakikalarda, her şeyi bir kenara bırakıp kendi ayaklarıyla ölüme yürümeye, tüfeğin namlusunu alnına dayayıp hayatına son vermeye hazırdı. Ancak, Mardan Halık oğlunun bunu yapmasına engel olan sebepler vardı. Sebeplerden biri, hâlâ hayatta ve sağlıklı olmasıydı; içinde hâlâ bir umut taşıyordu. Bazen canlı bir ruha birçok umut bağlandığını düşünüyordu. Diğer bir sebep ise adaletle ilgiliydi; hayatın böyle devam edeceği, adaletin giderek zayıflayıp sonunda tamamen yok olacağı, Adilov’ların ise dünya durdukça hüküm süreceği düşüncesi aklına sığmıyordu. Mardan Halık oğlunun kaderle, Allah denilen güçle süren tartışmaları şimdilik ertelenmişti. Ama şu an, ona kalemi tutmayı öğrettiği, okuma yazma öğrettiği kişinin, şimdi silahla karşısına çıktığı düşüncesi içini yakıyordu.
    Bu bulutlarla kaplı gökyüzü altında, bu çatışmalarla parçalanmış topraklarda Mardan Halık oğlunun ne oğlu, ne kızı, ne eşi, ne annesi, ne de babası vardı… Başlangıçta böyle bir yalnızlık nedeniyle acı çeken, ıstırap duyan kişi, şimdi bu yalnızlıkta bir tür teselli buluyordu. Allah’a şükrediyordu; çünkü onu bekleyen kimse yoktu, onun için endişelenen kimse yoktu. Bir ailesi, çocukları olsaydı, bu kaçak yüzünden onların ne kadar acı çekeceğini, kaç sorgu ve soruşturmadan geçeceğini düşünüyordu. Böyle bir adamın, Adil gibi birinin öfkesine, tehditlerine ve hakaretlerine hangi kadın çocuklarıyla dayanabilirdi?
    Yeğenleri için endişeleniyordu. Zamanında büyüğüne eğitim alması için yardım etmiş, şimdi bunun pişmanlığını yaşıyordu. Küçük yeğenine ise tam bir eğitim sağlayamamıştı; ama onun sayesinde bu canlı, kırmızı yanaklı, siyah gözlü, kara kaşlı genç bir süre kâtip olarak çalışmış, sonra kasap olmuştu. Kâtip?.. Kasap?.. Kâtiplikle kasaplık arasındaki bağlantıyı anlamayan Mardan Halık oğlu, yeğeninin şu anki işi karşısında hayrete düşüyordu: Bu nasıl bir meslek? Söylentiye göre… insanları öldürüyordu… kurşuna diziyordu… kur-şu-na-di-zi-yor-du… Böyle bir meslek var mıydı? Bu nasıl bir uzmanlık, nasıl bir meslekti?..
    Mardan Halık oğlu kendisi de kusursuz bir eğitim almış öğretmenlerden değildi. Bildiklerinden çok daha fazlasını bilmediğinin farkındaydı, hem de kıyaslanamayacak bir ölçüde. Ancak onun düşüncesine göre, bilgi ile cehalet arasında o kadar derin bir uçurum yoktu: dün bilmediğini bugün öğrenmek mümkündü. Gerçek uçurumlar yalnızca akıllı ile beceriksiz, bilgin ile cahil arasında bulunuyordu. Beceriksiz insan, ne kadar çok şey bilirse bilsin, o kadar daha fazla aptallaşır. Cahil, ne kadar çok öğrenirse öğrensin, cehaleti o kadar derinleşir. Ne kadar bilgili olursa cellat, infazı gerçekleştirme yöntemleri de o kadar çeşitli hale gelir. Bilim ve bilgi yalnızca akıllı bir insana derinlik katabilir ve bu derinliği, bir süs gibi, sonu görünmeyen bir sadelikle tamamlayabilir…
    Mardan Halık oğlu, öğrencilerine derin bir bilgi birikimi sunamayacağını biliyordu ve bunu açıkça anlıyordu. Mardan Halık oğlu, harfleri, saymayı ve şiirleri öğretirdi… Kendi gözleriyle görüyordu, aklıyla anlıyordu ki, çocukların zihinlerindeki bu küçük ışık kıvılcımları, zamanla güçlü bir ateşe dönüşüyordu. Mardan Halık oğlu, bilmediği bir şeyi çocuklara öğretmenin günah olduğunu düşünüyordu. Yani, kendi kabul etmediği bir şeyi başkalarının zihnine doldurmayı büyük bir felaket olarak görüyordu.
    O, cehennem ve cennet kavramlarına da inanmazdı. Allah adı verilen bir gücün varlığı hakkında boş yere konuşmayı kendine yakıştırmazdı… İnsanlara dağıtılan “dinsizlerin kitaplarını” sadece komik buluyordu. Onun için Allah’ın adı, ot, çiçek, arı, toprak, karınca, bulut gibi bir şeydi; birazcık canlı, birazcık cansız…
    Ot, çiçek, toprak, karınca, bulut ve Allah arasında ona göre tuhaf ve kopmaz bir bağ vardı. Ot çayır içindi. Çayır arı için. Karınca toprağı havalandırıyordu. Diğer böcekler de karıncalardan toprağı temizliyordu. Bu uçsuz bucaksız dünyada her bir ot parçasının, her bir karıncanın ve böceğin bir yeri vardı. Kurtların, aslanların ve doğanların bile doğaya karşı bir görevi vardı. Doğadaki her canlı, birbirleriyle savaşsa bile, kendi türünü korur ve devam ettirirdi. Ormanda ne kadar çok kaplan olursa olsun, kurtlar yok olmaz. Kurtlar da asla çakalların soyunu tüketemez. Çakallar her gün ava çıkar ama kuşların sayısı sürekli artar…
    Peki ya insanlar? İnsanlar? İnsanlar ne için yaratılmıştır? Mardan Halık oğlu, insanlar ile Allah arasında böyle bir bağ göremiyordu. Halbuki aslında böyle bir bağ olmalıydı. Ama nedense o, bu bağı bir türlü göremiyordu…
    İnsanlar karınca, böcek, çakal, kurt ve aslanları acımasızca yok ediyordu. İnsanlar otları, çiçekleri, çayırları çiğniyor ve onları çöp yığınlarına çeviriyordu. İnsanlar sadece otları, çiçekleri, karıncaları değil, birbirlerini de yok ediyordu. Görünüşe göre insanlar, yarın ya da kendi gelecekleri hakkında derinlemesine düşünmüyordu. Sanki insanlar birbirlerini öldürmekten zevk alıyor gibiydi. Öyle görünüyordu ki insanlar Tanrı’yı bile öldürmek istiyordu. Belki de Tanrı, korkudan bir yerlerde saklanıyordu ve insanlara görünmemeye çalışıyordu. Ancak insanlar onu kelimelerle, kağıtla, "ateist kitabıyla" öldürüyordu. Muhtemelen bir gün gelecek, insanın icat ettiği uzun menzilli bir silahın mermisi Tanrı’nın makamına ulaşacak ve onu ürkütüp öfkelendirecekti. Peki ya o zaman?..
    Mardan Halık oğlu, o zaman ne olacağını hayal edemiyordu... Otların, çiçeklerin, çakalların neden yaratıldığı açıktı. Peki ya insan? İnsan neden yaratılmıştı? Tanrı, insanı bu dünyaya neden yerleştirmişti? Belki de Tanrı ile insan arasında gerçekten bir bağ, bir bağlayıcı iplik yoktu? Eğer böyle bir bağ olsaydı, insanlar Tanrı’yı ve birbirlerini yok eder miydi?..
    Mardan Halık oğlu, öğrencileriyle Tanrı’nın varlığı ya da yokluğu hakkında hiç konuşmamıştı. Onlarla ilgisini çeken konular, sevdiği olaylar hakkında konuşurdu. Doğanın olağanüstü sırlarından bahsederdi; bu sırların büyük bir kısmı, onun için de sır olarak kalmaya devam ediyordu. Ve şimdi, bu gri gecenin kanatları altında büzülmüş halde kendi garip kaderini düşünürken, o sırlar hâlâ sır olarak duruyordu.
    Hayatının büyük bir kısmını yalnızlık içinde geçirdiği için, hiçbir kitabın açıklayamayacağı ebedi sırlar üzerine kafa yormak, düşünmek, Mardan Halık oğlu için bir alışkanlık haline gelmişti. Derslerinde ele aldığı soruların gizli yanıtları üzerinde uzun uzun düşünmeyi bir görev olarak görüyordu. Sessiz, kaderine boyun eğmiş, kocasının tuhaflıklarına alışmış olan karısı da tıpkı bir sırlar dünyası gibiydi. Kocasıyla aynı evi paylaşan ve onun yeğenlerini kendi çocukları gibi büyüten bu kadın, karınca gibi çalışkan, arı gibi gayretliydi. Arıya, karıncaya benzediyi için ve tekce bu nedenle degil, ayni zamanda kocasının yüzünden isteklerini sık sık okuyup sessizce yerine getirdiği için Mardan Halık oğlu bazen kendisi ile Allah arasında, Allah ile karınca arasında olduğu gibi bir bağ olduğunu hissederdi. Eğer bu bağ, bu ip koparsa, ne Mardan Haık oğlu ne de yeğenleri hayatta kalabilirdi. Ancak bu bağ koptu, eşinin hayatı uzun zaman önce sona erdi, ama Mardan Halık oğlu ve yeğenlerinin hayatında olağanüstü bir şey olmadı; görünmez ipler hâlâ varlığını sürdürüyordu ve eğer o korkunç gün gelirse, her şey değişebilirdi...
    Mardan Halık oğlu’nun içini kemiren hüzün ve kalbini sıkan keder bir an olsun dinmiyordu. Bu dönemde memleketinde saklanmak zorunda olan Mardan Halık oğlu, bu durumdan kimi sorumlu tutacağını dahi bilmiyordu. Adila Adilova’yı mı? Okuduğu kitapları mı? Eksik bilgilerini mi? Yoksa bilgisizliğini mi? Ya da otu, karıncaları, aslanları ve onları yaratan Allah’ı mı? Allah’ı mı? Allah’ı neden? Allah ile insan arasında ne tür bir bağ var?.. İnsanlar Allah’ı öldürdü. Yeryüzü ve gökyüzü Allah’tan mahrum kaldı. Allahsızlık isyan etti ve dört bir yana hızla yayıldı. Dünya sanki yeni bir Yaratıcı’nın doğumunu bekliyordu. Muhtemelen yeni Allah’ın doğum günü pek de uzak değildi. Hiç uzak değildi…
    Ağır düşüncelere dalmış olan Mardan Halık oğlu, anayola çıktı. Kasabanın merkezindeki yüksek, gri bir binanın pencerelerinden zayıf bir ışık görünüyordu. Bu ışığı fark edince adımlarını hızlandırdı…

    Bu gece garip kokuyordu. Bu koku, Mardan Halık oğlu’nun beynine işliyordu. Durup gri bozkırları, bulutlu gökyüzünü, kasabanın merkezindeki yüksek, gri binanın pencerelerindeki solgun ışığı gözden geçirdi... Sonunda bu kokunun ne olduğunu anladı: Gece kan kokuyordu...

    KORO. Tak-taragg!
    -Şak-şarag!
    -Pıf-f-f...
    -Z-z-z-ı-ı-ı...




    REÇİTATİF. Geceye hüzün ve sessizlik hâkimdi, atların karışık nal sesleri yankılanıyordu. At üzerindeki kadın, gecenin tuhaf sessizliğiyle adeta bir olmuştu; atın koşusunu hissetmiyor, gece karanlığını görmüyor, hangi yöne gittiğini önemsemiyordu...

    Ne bir tren düdüğü duyuluyor, ne de tekerleklerin ritmik sesi...

    At, kanatlarını açmış, bozkırları aşarak koşuyordu...

    Bozkır, ebedi şarkısını söylüyordu...

    Şarkının her bir kelimesi kıvılcımlar saçıyordu...

    At, gecenin derinliklerine doğru ilerliyordu. Kadın, adeta bir rüya denizinde süzülüyordu; onun için atın kendisini nereye taşıdığı önemli değildi... Hayır, hayır, at onu geçmişine, dünkü gününe götürüyordu.

    Dünkü gününde, hayatının açık yelkeni süzülüyordu. Kadının mutluluğu ve anıları dünde kalmıştı. Dün, kendi içinde kalmıştı ve dünde kalan hayat anlarını yeniden yaşamak, hem zor hem de keyifliydi.

    Dünde kalan mutluluk, kadının anıları Şamil’le bağlantılıydı. Şamil’de onu cezbeden neydi? Ona neye âşık olmuştu? Belki de bu dünyadaki her kadının, en azından iki aşkı vardır: biri hayallerinde, kalbinde yarattığı, diğeri ise hayatın ona sunduğu aşk. Hayatında ikinci aşka sahip olmayan kadınların sayısı çoktur. Ama kalbinde büyüttüğü aşk ile hayatında karşılaştığı aşk örtüşen kadınlar, yeryüzündeki en mutlu insanlardır...

    Hayal ile gerçek arasındaki uçurumun üzerine kurulan köprünün ömrü ve kendisi, o uçurumun üzerinde duranların direncine bağlıdır...

    Şamil, Sevar’ın hayatına hayallerinden gelmişti; bu hayalleri, bu hayallerden doğan insanı, ona olan aşkı aslında ilk başta Sevar’ın kendisi uydurmuştu. Garip bir şeydi bu: hayallerinde yarattığı insan ile gerçek hayatta karşılaşıp hayatını birleştirdiği insan o kadar benzerdi ki bazen hangisinin gerçek, hangisinin hayal olduğunu unutuyor, karıştırıyordu...
    Tanıştıkları yıllar boyunca elleri birbirine hiç değmedi, ancak evlendikten sonra birbirlerine dikkatle bakmaya, birbirlerine gülümsemeye başladılar… Öpüşmeyi ve okşamayı bir aile olduktan sonra öğrendiler…
    Şamil’in memleketine ilkbahar günlerinden birinde geldiler. O günü çok iyi hatırlıyordu; yağmur sonrası sihirli dağları bir gökkuşağı sarmıştı. Dağların ötesinde taze, çiğ damlalarıyla bezeli çayırlar ve düzlükler uzanıyordu. Bu yerler, Sevar’a hayallerinde tasarladığı, rüyalarında gördüğü büyülü dağları ve çayırları anımsatmıştı.
    Ayrıca hatırlıyordu ki, Şamil’in ata yurduna vardıkları akşam bahar yağmuru yağmaya başladı. Gece boyunca gökyüzü kabarıyor, coşuyor, fırtınalar kopuyordu...
    Sabah yine yağmur yağıyordu… Sevar hayatında ilk kez bu kadar uzun süren, saf ve kesintisiz bir bahar yağmurunu görmüştü. İlk defa yağmur ona bir çiçeği hatırlatmıştı. O yağmurlu gece, yatağında uzanırken, küçük pencereden dışarıya bakıyordu ve kalbi saf bir bahar kokusuyla doluyordu. Yatak bile yağmur gibi kokuyor, baharın kokusunu yayıyordu. Yatak çiçeklerle dolu bir çayıra dönüşmüştü…
    İlk başta, yatağında "yabancı" bir adamı görünce Sevar’ın içinde garip duygular dolandı. Sonra kendisine sessizce güldü. "Yabancı" kişi henüz rüya okyanusunda yüzüyordu. Şamil, kollarını genişçe açmış bir şekilde yanında yatıyordu; kocasının uykulu nefes alışlarını açıkça duyabiliyordu, gözleri kapalıydı; uyuyup uyumadığını anlamak zordu.
    O gece, kocasını dikkatle incelerken, bir nedenden ötürü kendi kendine gülümsedi; Şamil, yarışlardan dönen yorgun bir ata benziyordu. Şimdi, mesafeyi başarıyla tamamlamış olan bu at gibi, evine dönmüş ve dinleniyordu… O gece, hayatlarının en uzun anlarını yaşadılar, sanki kendileri bile değildiler. Belki de o gece ilk defa hayallerinde tasarladıkları gerçek aşkın tadını hissettiler. O gece, bir erkek ve bir kadının sorumluluğunu tüm açıklığıyla idrak ettiler. İlk nazik dokunuşlar, biraz alınmış sözler, dikkatli okşamalar, tutkulu bir aşka dönüşen yakınlık, o gece Sevar’ın anılarında tekrar tekrar canlanan bir dönüm noktası haline geldi…
    Ova uzayıp gidiyordu… Gece ise bitmek bilmiyordu…
    At titredi… Yağmur onun vücudunu ıslattı...
    Kadının yumuşak, hassas bacaklarının dokunuşuyla yorgun atın bedenine sanki serin bir dalga yayıldı…
    Başını kaldıran kadın gökyüzüne, geceye, Ay’a bakmak istedi. Şaşırdı. At, yüksek, gri bir binanın önünde duruyordu. Yüksek gri binanın büyük penceresinden solgun bir ışık sızıyordu…
    Bir anda hatıralar denizinden sıyrılan kadın, karanlık gecenin kollarına geri döndü…
    At kişnedi, başını salladı. Yelesi dalgalandı. Atın kişnemesi kadının çığlığını bastırdı…
    Penceredeki solgun ışık söndü…
    At, sanki toprağa çakılmış gibi, hareketsizce duruyordu; sönmüş büyük pencereye sabırla bakıyordu…
    Tanrım, at onu nereye getirdi? Burası galiba Adilov’un “rezidansı”. Her yandan Adilov’un kokusu geliyormuş gibi…
    Kendine gelen kadın, dizginleri çekip atın yanlarını topuklarıyla dürttü…
    Büyük, yüksek binanın demir kapıları yavaşça, gıcırdayarak açıldı…
    At yine kişnedi…
    Kadın, atın yelesini çekti…
    Merdivenlerde adımlar duyuldu…
    Kuyruğunu sallayarak at iki-üç adım ileri gitti ve yine kişnedi. Atın kişnemesi kadının beynine işliyordu. Kadın attan kendini yere attı…
    Gri binanın önünde omzunda tüfek taşıyan gri bir siluet belirdi…
    At şahlandı ve yine kişnedi… Karanlıktan heyecanlı sesler yükseldi: “Adilov’un atı!” “Peki, Adilov nerede?” “Attaki kim?” “Sanırım bir kadın.” “Bu kadın kim?” “Adilov nerede?”
    Evet… Adilov nerede? Adilov yoktu, ama kadına hemen birkaç Adilov birden saldırdı…
    Dizginleri bırakan kadın, binanın yanındaki çalılara doğru koştu.
    Birisi ata yaklaşıp bir şeyler fısıldadı…
    Kadının başının üzerinden mermiler ıslık çaldı. Gecenin sessizliğine iki parlayan nokta saplandı. Kadın yüzüstü yere düştü, alnını ıslak toprağa yasladı…
    Sonra yine bir at kişnemesi duyuldu. Belki de at hiç kişnemedi, ve bu daha önce olmuş bir kişneme beyninde yankılandı.
    Ardından yine çift patlama duyuldu. Belki de bu daha önce olmuştu ve ilk patlamanın yankısı beyninde dolaşıyordu…
    Sonra birinin güçlü ve büyük eli omzundan tutup yukarı çekti. Bu el kime aitti? Korku tüm varlığını sardı. Kadın, gecenin pençelerinde, birinin büyük ve güçlü ellerindeydi; ellerin sahibini göremiyor, karanlıkta ayırt edemiyordu… Ama bu eller, bu dokunuşlar ona çok tanıdıktı…
    Bu kimdi? Mardan Halık oğlu mu?.. Adil Adilov mu?.. Şamil mi?.. Gece hâlâ mucizelerini göstermeye doymamış gibiydi…
    Gece, çılgın atını sabaha sürüyordu…
    Dördüncü Mektup
    "Büyük önder!
    Bu dördüncü mektubumla kutsal adresinize, ölümsüz isminize sesleniyorum. Artık hiçbir umudum kalmadı. Ölümün pençelerinden kurtulamayacağımı hissediyorum.
    Bu son anlarımda tek umudum var: Tüm hayatım boyunca ideallerinizin gerçekleşmesi için savaştım. Ortak davamıza engel olanlara karşı her zaman acımasız oldum, başları üzerinde kılıç gibi parladım.
    Bilgi ve eğitim eksikliğim olabilir, ama hayat tecrübem büyüktü. İnsanları yönetebiliyordum. Çok iyi biliyorum ki yönetimde en sağlam yol korkudur. Eğer senden korkuyorlarsa, sana bağlıdırlar, seni seviyorlar demektir. İnsanları size sadakat ruhuyla eğitmeye çalıştım. İsminizi duyduklarında titriyor, sesinizi işittiklerinde diz çöküyorlardı.
    Hâlâ sizin gücünüzün özünü anlamayanlar var: Bu kişiler eşitliği, doğruluğu ve özgürlüğü anlamak istemiyorlar. İlkeselliğinizi takdir etmeyenler de var. Onlar için en büyük nimet ölümdür.
    Eğer ikinci kez doğma şansım olsaydı, yine sizin sadık kulunuz olur, ölümsüz ideallerinizi hayata geçirirdim. Kestiğim kafalar için gözyaşı dökmüyorum. İnanç ve fikir yolunda dostum olan Adil Adilov’un bizim başladığımız işi layıkıyla tamamlayacağından eminim. O gerçek bir insan ve savaşçıdır. Bugün Adilov yüzlerce insanı cezalandırdı, onlarcasını kendi elleriyle idam etti. Onun yüksek organizasyon yetenekleri, bitmek bilmeyen enerjisi ve fikirsel kararlılığı tam da bu mücadelede şekillendi ve güçlendi; Adilov insanlarla çalışmasını biliyor. Ona kimse kalbindekini gizlemez. Komşunun komşusundan, arkadaşın arkadaştan, oğlun babadan duyduğu her şey ona iletilir. Ve insanlara karşı özen ve dikkat gösteriyor. Gizli düşmanları ortaya çıkaranlara ödül veriliyor. Sizin belirlediğiniz her kafa için on beş rublenin yarısını bu sadık insanlara veriyor.
    Güçlü devletimiz, hazinesinden her düşmana on beş ruble harcamaktan çekinmiyor; yeter ki düşmanlar azalsın, hazine her zaman doldurulabilir... Düşmanlarımızın sayısı ne kadar azalırsa, gücümüz o kadar artar. Belki birkaç yıl içinde düşmanlarımızdan geriye bir iz bile kalmaz. Ama o zaman bile yeni ve yeni insanları bulup ortaya çıkarmamız gerekecek (burada "biz" derken kendimi kastetmiyorum; o zaman, sizin ebedi liderliğiniz altında, iktidar çocuklarımıza geçecek). Düşmansız bir iktidar olmaz. Eğer düşman yoksa, dost da yoktur. Biz, düşmanlarımızı da yetiştirmeliyiz. Çünkü düşman yoksa, iktidar da yoktur...
    Bütün komşularım, mahkûm arkadaşlarım götürüldü. Hayatta bir tek Bek Ağa kaldı, o da hasta. Aslında gidenler benim dostlarım değildi, hiçbiri. Sadece uzun süre burada, bu eski camide birlikte yaşamak zorunda kaldık. Zaten eskiden dostlarım sandığım kişileri çoktan ihbar ettim (onlar da bir zamanlar beni dostları saymışlardı). O zamanlar iktidarım, silahım ve imkânlarım vardı. Onları düşmanım sayarak yok ettim ve şimdi buna hiç pişman değilim: Bir kalpte hem iktidar sevgisi hem de dost sevgisi yer alamaz... Bir de şunu söyleyeyim: Eğer şimdi, bu hayatımın son anlarında, onlar hayatta olsaydı, benim ölüm haberime çok sevinirlerdi; iyi ki onları geçtim...
    İşte sürgü gıcırdıyor. Ayak sesleri duyuluyor. Tüfeğin namlusu parlıyor. Biliyorum, beni almaya geldiler. Ama mutluyum. Sizin için ölüyorum. Keşke bu mektubu yazacak bir kişi olsaydı. Sabahın erken saatlerinden beri defalarca tekrarlıyorum. Ama Bek Ağa'nın eli artık kalem tutmuyor. Elleri felç oldu. Yanımda okuma yazma bilen biri olsaydı, söylediklerimi yazabilirdi ama şimdi böyle birini bulmak zor. Bu size yazdığım dördüncü mektup. Önceki mektupları da henüz size gönderemedim.
    Büyük lider, toplumumuzu düşmanlardan temizlediğiniz için ne güzel yapıyorsunuz. Kendilerini aydın sanan bu kararsız, sorumsuz insanlar her zaman halkı gerçek mücadele yolundan saptırmaya çalışırlar. Yaşayın ve var olun: Onlara karşı uzlaşmaz bir tutum sergiliyorsunuz. Bu mektubu yazacak kimsenin bulunmaması önemli değil; hayat onsuz da devam eder. Ama eğitimli görünüm altında uzlaşma ve iyi niyet tohumları ekenlere karşı daima acımasız olun. Ben sizin için ölüme gidiyorum. Ve bu yazılmamış mektubu mezarıma götürüyorum.
    Ölüm yakın.
    İmza: Sizin sadık kulunuz, Allahkulu
    Allahgulu, yazıya dökme imkânı bulamadığı mektubu zihninde dörde katladı, bir zarfın içine koydu, onu kapıdaki güvenlik görevlisine altın bir onlukla birlikte verdiğini hayal etti ve tüfekli adamın önünden sessizce kapıya doğru yürüdü. Son bir kez, uzun süre yaşadığı kokulu ve yarı karanlık odaya baktı.
    (Not: O gece mahkûmu idama götürdüklerinde cebinde üç kağıt parçası buldular. Bunlar beyaz ve boş kâğıt yapraklarıydı, ancak dörde katlanmış olmaları nedeniyle mektuba benziyorlardı. Genç bir müfettiş, onları her yönden inceledikten sonra buruşturup yanındaki harıl harıl yanan sobaya attı ve ardından odada sakince gezinmeye başladı).
    …Mahkeme kararı aynı gece infaz edildi. Dördüncü "mektubu" mahkûm yanına aldı; onu yazacak birini bulamadı. Zaten böyle bir imkân da yoktu, çünkü hükmün zamanında infaz edilmesi gerekiyordu. Genç müfettiş, mahkûmun son "mektubunu" alıp yok edemedi.
    Hüküm, "Maden" adı verilen bir yerde infaz edildi. Mahkûm idam edildi ve toprakla örtüldü.

    KAVATİNA. Yakında ağır ve isteksizce meşe kapı açılacak. Bu süre boyunca odada bir aşağı bir yukarı yürüyen O, yarı karanlık odaya bir kişinin girdiğini görecek. O kişi başını eğip, sanki mezbahaya giden bir koç gibi, sabırsızlıkla kendi ölümünü bekleyecek. Ardından soğuk bir tüfeğin namlusu önünde belirli bir adrese doğru, kendi ölümüne yönelecek.
    O, şu anda sorgulanan kişinin son derece güçlü, dayanıklı ve sabırlı biri olduğuna, işlediği suçlar için her şeyi sessizce göğüsleyebileceğine inanıyordu. Bunu anlamak zor değildi, çünkü meşe kapının ardından ara sıra boğuk darbe sesleri geliyordu, ancak dayak yiyenin bir iniltisi bile duyulmuyordu. Meşe kapı sıkıca kapalı olduğu için, O’nun yürüdüğü odada sesler her zaman duyulmazdı. Ancak bugün sabahın erken saatlerinden itibaren belirli aralıklarla ağır, tok darbe sesleri işitiliyordu; meşe kapı bu sesleri bastıramıyor, aksine kulaklarında yankılanıyordu.
    Sonunda, akşama doğru içerden gelen darbe seslerine başka sesler karışmaya başladı: iniltiler... Başta kısa, kesik kesik: "ıhı-ı-ı..." Sonra bu iniltiler uzayıp devam etti: "ııhıhhıı..." Meşe kapı bu iniltileri bastırmaya çalışsa da tamamen susturamıyordu. Darbeler ağırlaşıyor, iniltiler uzuyordu: "ı-ı-ı-hhh-ın!.." Meşe kapı ise hâlâ sessizdi.
    Kapının arkasındaki kişi, uzun süre darbeye dayanmıştı, fakat şimdi arada bir sessizce inleyen kapıya doğru öfkeyle iniltilerini fırlatıyordu. Gün boyu sessizdi, ama akşam tekrar inlemeye başladı ve bu kez iniltisi bir çığlığı, öfkeli bir suçlamayı andırıyordu: "ı-ı-ı-h-h-h-ı-ı-ı!..ıhı!"
    O, odada yürümeye devam ediyordu. Bu iniltileri duymak istemiyordu. Hayır, öfkelenmiyor, acı çekmiyor, sinirlenmiyordu. Sadece bu sesleri duymak istemiyordu. Bu sesleri duymaktan sıkılmıştı. Yorulmuştu. Aslında o, iniltilere uzun zamandır alışmıştı; ama artık duymak istemiyordu. Neden? Sadece sıkılmıştı. İşte bu kadar! İşte mesele bu!
    Dün karısı yine midesinin bulandığını söyledi. Demek ki karısı tekrar hamileydi. Dün söyledikleri ne onu sevindirdi ne de üzdü. Karısının hamilelik haberini duyunca tepkisiz kaldı. Karısı bir çocuk doğuracaktı. Evet, dünyaya yeni bir bebek gelecekti. Peki ya sonra?.. Bir oğul olabilir miydi? Çünkü onun zaten dört kızı vardı; bugüne kadar hep bir oğul beklemişti. Bir oğul olabilirdi. Gelecekte babasının işini devam ettirebilirdi... Hangi işi? Yazıcılık mı? Kasaplık mı? Yoksa cellatlık mı?.. Neydi, neydi? Cellatlık mı?.. Evet, bu da bir meslek sonuçta. Çalışıyor işte!.. Ekmek parasını kazanıyor. Ailesini doyuruyor. Bir meslek kötü ya da iyi olabilir mi ki?.. Evet, karısı hamileydi. Dün kendi söyledi. Ve beşinci çocuk bir kız olabilirdi. Ya kız olursa? Acaba kızı kim olacak? Evlenip hayatına devam mı edecek? Hayır, neden öyle olsun ki, bir meslek sahibi olabilir. Şimdi kadınlara olan güven arttı…
    O an düşündü, şimdiye kadar kurşuna dizdiklerinden sadece ikisinin kadın olduğunu hatırladı. Biri nispeten yaşlıydı: söylendiğine göre birine suikast hazırlamış... Karanlıkta kadının yüzünü tam olarak görememişti, ama yüzüne düşen beyaz saçlarından yaşlı olduğunu anlamıştı. Yürüyüşü ağırdı... Madene vardıklarında kadın durup ona dönüp baktı… Sonra kahkahayla güldü… Zavallı kadın, muhtemelen aklını kaçırmıştı… Silah sesi kahkahalarla karıştı…
    Kurşuna dizdiği diğer kadının yüzü ise onda merhamet duygusu uyandırmıştı: o gençti. Hatta güzel denebilirdi. Onu gördüğünde, kalbini bahar esintisini andıran hafif ve hoş bir dalga kaplamıştı. Hayır, o kadın ölüm için yaratılmamıştı. Belki bir kocası da vardı. Mahkûmlara soru sormaması, onlarla konuşmaması kesinlikle emredilmişti. Ama çalıştığı süre boyunca ilk kez bu kuralı çiğnedi. Kadına fısıldayarak birine bir şey iletmek isteyip istemediğini sordu. Kadın uzun süre sessiz kaldı, sonunda sadece “Hayır!” dedi. Acaba evli miydi? Çocukları var mıydı? Neden kurşuna dizilmişti?
    O zaman, bu soruları kendi kendine soruyordu. Çünkü bir kadınla konuşmak imkânsızdı. Görev arkadaşları yanındaydı. Maden Ocağı’na kadar sessiz kaldılar. Kadın, buraya defalarca gelmiş biri olarak, ayaklarını sürüyerek çukurun kenarına doğru yaklaştı ve orada durdu; burası bir tür infaz yeriydi. Bunu hepsi biliyordu. Sık sık mahkûmları zorla "infaz yerine" çıkarırlardı; burada cezayı infaz etmek çok kolaydı; bir kurşun sıkıldığında mahkûm doğrudan çukura düşerdi: Üstüne birkaç kürek toprak, büyük bir taş ve iş bitmiş olurdu... Her şey çok çabuk sona ererdi… Kadın, hiçbir talimat veya emir almadan kendi "yerine" çıktı. Karanlıkta etrafına bakındı, hıçkırdı, ardından elleriyle yüzünü kapatarak haykırdı: "E-ee-yy!" Bir silah sesi duyuldu. Nişan aldığı yer kadının başıydı. Kadın ayaklarını yere sıkıca basmış, dimdik duruyordu. O an, kadın, kayalık bir yamaçta yalnız bir çınara benziyordu; korkunç rüzgârlar ağacı sallıyor ama o düşmek istemiyordu. İkinci kurşundan sonra etrafı ani bir sessizlik kapladı. Kürekleri ellerinde tutan arkadaşları da yerinde donup kalmıştı. Artık kadın dizlerinin üstüne düşmüştü, ama yine de çukura düşmek istemiyordu. Sanki yalnız çınarın kökleri çok derinlere kadar uzanmış gibiydi. Kurşunların havada uçup hedefe ulaşmadığını düşündü. Ancak üçüncü kurşundan sonra yalnız çınar yere serildi… Gece karanlığında, kadının ağzından fışkıran kanın buharlaşıp havaya karıştığını gördü. Kadın uzun süre titredi. Kadına acıdı; onu ıstıraptan kurtarmak için dördüncü kez ateş etmek istedi. Ama kendisine sürekli mermilerden tasarruf etmesi gerektiği söylenmişti, çünkü mermiler yetersizdi; her mermiden kendisi sorumluydu. Savurganlık yapmak kesinlikle yasaktı. Kadın, kocaman bir karınca gibi yerde çırpınmaya devam ediyordu. Vücudu büyük bir taş parçasıyla ezildi ve üstü toprakla örtüldü…
    Meşe kapının ardındaki darbeler ve inlemeler artık kesilmişti. Ölüm cezasına çarptırılan kişi muhtemelen son belgeleri imzalıyordu. Ölüm cezasının yalnızca kişinin rızasından sonra uygulandığını duymuştu. İnsan ancak belgeleri imzalayıp "suçumu kabul ediyorum", "suçluyum", "ağır bir ceza verilmesini talep ediyorum" gibi ifadeler yazdıktan, bir tür ısrarlı talepte bulunduktan sonra hüküm kendisine okunur ve meşe kapı açılırdı. Ancak kişi gönüllü olarak cezayı kabul edene, "aşağılık talebi"ne ulaşana kadar, uzun bir "hazırlık" aşamasından geçmesi gerekirdi.
    Meşe kapının ardından karışık sesler duyulmaya başladı; evet, görünüşe göre hüküm okunuyordu. Geriye yalnızca sanığın son itirafı ve isteği kalmıştı:
    "Benim en ağır şekilde cezalandırılmamı rica ediyorum… Kutsal yasalarımızı kaba bir şekilde çiğnememden dolayı kendimi suçlu görüyorum… Suçumu kendi kanımla temizlemek istiyorum… Beni kurşuna dizmek bile yetmez… Beni asmanız gerek..."
    Belki arka kapıdan başka bir sorgulanan kişi getirilmişti. Meşe kapı, sanıkların açtığı son kapıydı; hayatlarında son kez açtıkları bu kapı, onları gece karanlığına, oradan da ölüme götürüyordu...
    Ölüme götüren kapının diğer tarafında birisi inledi, bir şeyler şıngırdadı… Şimdi, tam bu anda, ağır ağır meşe kapı açılacaktı…
    Bu, onun o gece idam ettiği dördüncü kişi olmalıydı – bugün için planlananların henüz sonuncusu…

    KORO. –Tag.
    -Z-z-z-ı-ı-ı.

    REÇİTATİF. O, durduğu yerden yukarı, gri binaya bir kez daha baktı. Binanın tepesine çakılmış koç boynuzlarının arasından parlayan bir ay görünüyor…
    Dikkatli adımlarla merdivenlerden yukarı çıkmaya başladı…
    Yakında bir at kişnedi…
    Mardan Halık oğlu merdivende durakladı…
    Üzerindeki kapı yavaşça, gıcırdayarak açıldı; birisi çıktı, etrafa baktı ve tekrar içeri girdi…
    Gece karanlığı yeniden endişeli bir sessizliğe büründü…
    Mardan Halık oğlu, parmağı tetikte, binanın basamaklarında ilerlemeye devam etti…
    Duyduğu ilk şey bir kadının fısıltısı oldu:
    "Sonra?.. Peki ya sonra ne olacak, Adil?"
    Bu kelimeler Mardan Halık oğlunun zihninde yankılanarak parçalara ayrıldı:
    "Son…ra…ne…olacak…Adil?.. Son…son…ra…ne…olacak…ne…olacak…ne…ne…olacak…cak…Adil, Adil?"
    "Sonra ne olacak? Sonrası kolay... Kanunlara göre bir aile kuracağız." Bu, Adil’in sesiydi. Mardan Halık oğlu diğer sesi de tanıdı – Sevar... Sevar-hanım... Meslektaşı, bir öğretmen... Eski öğrencisi Şamil’in güzel eşi... Bir zamanlar öğrencisi olan Adil Adilov’un eşi... Kimdi o?
    Demek ki Mardan Halık oğlu’nun kurşunu Adilov’u öldürmemişti. Öyleyse eski öğrencisi yaşıyor. Peki ya Sevar? Mardan Halık oğlu, onu elleriyle ata bindirip istasyona göndermemiş miydi? Neden buraya geri dönmüştü? Belki bir şeyi unutup geri döndü? Yoksa Adilov onu yakalayıp geri mi getirdi? Belki?..
    "Peki ya Şamil?" Mardan Halık oğlu’nun kulaklarında bu soru çınladı; karanlık onu tamamen sararken, kalbini saran endişe onu titretmeye, rüzgarda bir sonbahar yaprağı gibi titreşmeye zorladı…
    Dizlerinin üzerine çöktü…
    Sonra Sevar’ın titrek bir fısıltısı duyuldu: "Hayır… Hayır…"
    Ardından Adil’in boğuk ve kısık bir sesi geldi: "Neden?"
    "Hayır… Hayır… Hayır…"
    "Neden?.. Neden?.. Neden?.."
    "Peki ya Şamil?.. Peki ya Şamil?.. Peki ya Şamil?.."
    Sevar bir şeyler fısıldıyor, hıçkırıyordu...
    Adil boğuk bir şekilde konuşuyordu...
    Mardan Halık oğlu taş basamakların üzerinde tüfeğine dayanmış oturuyordu: yalnızca bir mermi kalmıştı. Onu “kara gün” için saklamıştı.
    Bu günahlarla dolu Dünya’da, koyun boynuzlarına benzeyen çatı kenarlarının arasından görünen Ay’ın ışıklandırdığı bu endişe dolu ve sessiz gecenin hiç bitmeyeceği hissediliyordu; bu fısıltılar, hıçkırıklar asla kesilmeyecek gibiydi ve yüzünü dayadığı tüfek sonsuza dek sessiz kalacak, bir daha hiç ateş etmeyecek gibi görünüyordu.
    Mardan Halık oğlu için ölüm hakkında konuşmak en zoru olmuştu. Bazı öğrencileri hayat ve ölüm hakkında garip sorular sorar, öğretmenlerinin saf cevaplarına gülerdi: İnsanlar ölmez, bu dünyaya yeniden gelirler, otlara, çiçeklere ve ağaçlara dönüşürler...
    Mardan Halık oğlu, bazı öğrencilerin, öğretmenin safça cevabını kendi aralarında tartışarak sessizce gülüp geçtiğini biliyordu: İnsanlar ölmüyor... Ölmüyorlar... Babaları öldürülen öğrencilerin öğretmenlerine olan inancı yavaş yavaş azalıyordu; çünkü maden ocağında tutuklanan ve ardından kurşuna dizilen babaları geri dönmüyordu... Geri dönmüyordu... Hatta çimen, çiçek veya ağaç olarak bile geri dönmüyorlardı... İnsanların cesetlerini aç köpeklerin kazdığı, kurtların parçaladığı söyleniyordu... İnsanlar geri dönmüyordu. Babaları geri dönmeyen çocuklar hayatın acısını erken yaşta öğreniyor, her türlü eziyet ve işkenceye katlanıyor, hiçbir masala inanmıyorlardı...
    Mardan Halık oğlu, öğrencilerinin kaderi için endişeleniyor, her zaman onları teselli etmeye, sakinleştirmeye çalışıyordu: Dert uzun sürmez... Çocuklar büyüyordu, huzurlarını bozmaya çalışan düşmanlara lanet ediyor, mutlu günlerini kutluyorlardı. Çocuklar yalınayak büyüyordu... Kıt kanaat yaşıyorlardı... Çoğu zaman bir dilim ekmek bile bulamıyorlardı. Ama söyledikleri şarkılarda, böyle bir mutluluk için hayatlarını feda etmeye hazır olduklarına yemin ediyorlardı...
    Mardan Halık oğlu yalana tahammül edemezdi. Ancak çocuklara öğrettiği şeylerin çoğunun yalan olduğunu kendisi de garipsiyordu; ama bunu, öğrettiği çocukları kandırmak için değil, onları mutlu etmek için yapıyordu. Zaten yalanlarla dolu olan dünyanın çirkinliklerini hatırlamanın ve tekrarlamanın ne anlamı vardı ki? Bir de Adil Adilov’un yalanı vardı: Herkesi düşmanlıkla suçlayıp korkunç bir yargıya teslim etmek... Bir de öldürülen babaların masum çocuklarına, onların ölmediği yalanını anlatmak... Bu, biraz Bek Ağa'nın masallarına benziyordu: İnsanı yaratan Allah, onun kaderini istediği gibi belirler... Ancak Bek Ağa Allah adına konuşuyordu; Mardan Halık oğlu ise düşündüklerini anlatıyordu, bazen söylediklerine inanıyor, bazen de inanmıyordu. O yalnızca bir şeyden endişe ediyordu, çocukların bu yalanları içine çekerek büyüyüp zalim insanlar olmamalarını istiyordu... Bu çocukları temiz, özgür ve iyi kalpli görmek istiyordu... Adil Adilov da o çocuklardan biriydi ve işte şimdi, taş basamaklara oturmuş, alnını tüfeğin dipçiğine dayamış olan Mardan Halık oğlu, kendi yalanlarının meyvelerini yediğini düşünüyordu: Adil adındaki bir çocuk, Adilov’a dönüşmüş ve şimdi kana susamıştı...
    Sanki bu şeytanı, bu tek gözlü canavarı kurşun bile durduramıyordu; bir zamanlar öğrencisine silah doğrultacağını hayal bile edemeyen Mardan Halık oğlu, şimdi Adilov’u öldürmediği için pişman oluyordu. Bu düşman tam karşısındaydı, elini uzatsa dokunacak gibiydi. Ama dikkatsiz bir adım, onu kendi tuzağına düşürebilirdi...
    Belki de yanlış adrese gelmişti? Kapıda beliren kişi Adil Adilov değil miydi yoksa? Oradaki kadın Sevar değil de tamamen başka bir kadın mıydı?..
    Neden yoluna devam etmedi ki? Onu tekrar bu eve getiren neydi? Evdekini çağırsa mıydı? Kimi çağıracaktı? Adilov’u mu? Peki, sonra ne olacaktı? O, onun öğrencisiydi. Öğretmen ve öğrenci yüz yüze gelip konuşacaklar mıydı? Mardan Halg oğlu her zaman öğrencilerine iyi ve merhametli olmayı öğretmişti. Adil’in nasıl bir öğrenci olduğunu hatırlamıyordu. Ama onun sessiz, sakin bir çocuk olduğunu çok iyi hatırlıyordu… Üstelik öksüzdü – babasının ölümünden sonra annesi başka biriyle evlenmişti. Üvey babasının yanında büyüyen Adilov… Belki de onu avluya çağırmalıydı? Ne yapmalıydı? Özür mü dilemeliydi? Yalvarmalı mıydı? Diz mi çökmeliydi?… Adil, onun suçunu affeder miydi? Hangi suçu? Evet, birini öldürmüştü – güvenlik görevlisini boğmuştu. Ve elindeki tüfek de o güvenlik görevlisinden kalmaydı. Mardan Halık oğlu hakkında hüküm vermek Adil’in işi değildi; bunu yasa belirlemeliydi… Adil, yasa karşısında kimdi ki? Kim? – Bir hukuk savunucusu… Hangi hakkın, hangi yasanın savunucusu? Yasayı böyle mi savunuyorlardı? Başkasının karısını kendi karısı yapmaya zorlamak… Karısı mı? Yoksa sadece metresi mi… Sevar’dan bir metres mi? Hayır, bu olamaz. Sevar Şamil’i seviyordu, o Şamil’indi. Peki, Şamil nerede? Şamil de onun öğrencisiydi… Belki içeride Şamil vardı? Belki Adilov diye biri yoktu? Nasıl yok? O zaman içeride kim vardı? Ya içerideki gerçekten Şamil çıkarsa?.. Belki de bütün bunlar bir rüyaydı? “Galiba kâbuslar beni esir alıyor…”
    Bir at kişnemesi duyuldu…
    Ay, gökyüzünün tam ortasına mıhlanmış gibiydi…
    Mardan Halık oğlu merdivenlerden temkinli bir şekilde indi... Evin penceresindeki ışık söndü...
    Gri bozkırın üzerinde endişe dolu bir ay ışığı gecesi yayılıyordu. Gece kan kokuyordu...
    Mardan Halık oğlu evin arkasına döndü.
    Direğe bağlanmış at, yabancı bir gölgeyi görünce ürktü ve yüksek sesle kişnedi: "İh-ih-ah-ah-oo-oo!"

    Tüfeğini koltuğunun altına sıkıştırarak Mardan Halık oğlu, hızlı ve kararlı adımlarla ata yaklaştı. Yuları çözdü ve ayağını üzengiye geçirdi.
    Atta otururken verandayı net bir şekilde görebiliyordu. Solmuş pencereye dikkatle baktı: karşılıklı duran bir erkek ve bir kadın silüeti dikkatini çekti.
    Tüfeğini kaldırdı. Parmağını tetiğe koydu: "Şu köpeğin oğlunu vuracağım. Bu sefer kurşundan kaçamayacak." Onun karşısında duran kişinin Adil Adilov olduğuna emindi...
    Karanlıktan insan gölgelerinden oluşan gri bir bulut çıktı, bu bulut atıyla birlikte onu yakalayıp sürükledi.
    Birisi başına bir çuval geçirdi. Düşen tüfek bir taşa çarptı... Bir silah sesi duyuldu.
    Ay, paramparça olup bozkıra dağıldı.
    Gökyüzünü karanlık kapladı...

    ARİOZO. Kıyamet gününde tüm ölüler dirilecek. Siz, sanırım, diğer dünyaya inanmıyorsunuz. Öyle mi? Yazık. Gerçi bazen ben de şüpheye düşüyorum. Şüpheleniyorum ama sonra anlıyorum ki bu boşuna. Yanılıyorum. Hata ediyorum. Dünyada bu kadar çok insanın yaşayıp öldükten sonra hepsinin, iyi ve kötü fark etmeksizin, toprağa karışıp, ruhlarının bir daha bedenlerine dönmemesi mümkün mü? Hayır! Bu mümkün değil!
    Ölenler dirilmeli ve geri dönmeli. Birbirlerini gizlice öldürenler, sonra yerin altında binlerce, milyonlarca yıl huzur içinde uyuyanlar, tekrar yüz yüze gelmeli ve yaptıklarından dolayı pişmanlık duymalılar.
    Birbirleri için can verenlerin ve sonsuzluğa göçenlerin buluşması ise bir şölene dönüşmeli. Dünyada yaşamaya hakkı olmayan kimse yok. En aşağılık ve iğrenç insan bile yaşamalı. Diğerleri, alçaklığın ve iğrençliğin nasıl bir şey olduğunu kendi gözleriyle görsün diye yaşamalı. Her şeyi sadece Kur'an'dan, kitaplardan, masallardan ve efsanelerden öğrenmek olmaz...
    Yaşayanlar, ölülere bakarak sonsuza dek yaşamak ister. Ölüler ise, dirilere bakarak dirilmek bile istemez. Siz kıyamet gününe inanmıyor musunuz? İnanın. Belki o zaman her şey güzel olur...

    REÇİTATİF. Birkaç ay önce bir gardiyanı öldürüp tüfeğini alarak hapishaneden kaçtığı gün, o pis kokulu odaya – bir zamanlar kutsal ritüellerin gerçekleştirildiği, duaların okunduğu, namazların kılındığı ve vefat edenlerin hayırla anıldığı yere – bir gün tekrar döneceğini aklının ucundan bile geçiremezdi. Odaya kendi ayaklarıyla geri dönmüştü. Adil Adilov tehlikeli bir suçluyu yakalayıp adalete teslim ettiğini anlatarak övünse de, Mar'dan Hâlık oğlu acı bir şekilde gülümsüyordu: Çünkü o, kendi ayaklarıyla ölüme gitmişti.
    Bir yandan, çoğu akrabası (yeğeni hariç) tutuklanmıştı; Mardan Halık oğlu yüzünden pek çok kişi eziyet görüyor, zulme uğruyordu. Diğer yandan, göçebe ve yalnız bir kurt hayatından bıkmıştı. Bunun yanı sıra, derinlerde bir yerlerde zayıf da olsa bir umudu vardı: Gerçeğin bir gün ortaya çıkacağına inanıyordu; çünkü neden kovalandığını anlaması gerekiyordu. Pis kokularla dolu odada sadece bir kişi vardı. Mardan Halık oğlu başta onu tanıyamadı. Bu, garip bir yaratıktı: kirli, birbirine dolanmış sakallı, tahtaya dönmüş, sırtına yapışmış bir göğsü olan, çatallı bir çatalı andıran parmaklarıyla; seyrek keçisakalı bazen yüksek taş bir sütuna sürtünüyor, muhtemelen uzun zamandır su görmeyen yüzü ve bitlenmiş sakalı kaşınıyordu. Mardan Halık oğlu, onun hâlâ hayatta olmasına mucize gözüyle bakıyordu.
    Kötü duyan, neredeyse hiç görmeyen, cılız bir ihtiyar olan Bek Ağa da ilk başta eski dostu ve mahkum arkadaşını tanıyamadı. Bek Ağa, bazen açılıp kapanan kapıya ya da avludan gelen seslere dikkat etmiyordu. Belki de o sesleri hiç duymuyordu; artık onun için ışıkla karanlık arasında pek fark yoktu. Büyük olasılıkla, şu an hayat ile ölüm de onun için pek önem taşımıyordu. Kendi kendine bir şeyler mırıldanıyor, sanki biriyle konuşuyordu. Sonra sesi güçlenip canlandı. Mardan Halık oğlu şaşırmıştı: Adamın sesinde hâlâ güç ve otorite vardı…

    Üçüncü karşılanma (Sorğu)
    – Adınız, babanızın adı, soyadınız?..
    – ...
    – Yaşınız, mesleğiniz, adresiniz?..
    – ...
    – Kendinizi suçlu hissediyor musunuz?..
    – Evet...
    – Elimizdeki bilgiler, devletimiz için tehlike arz eden bir suç işlediğinizi gösteriyor...
    – Evet, öyle...
    – Kendinizi hangi konuda suçlu hissediyorsunuz?..
    – Hapishanede bir gardiyanı boğdum... Adilov’a suikast girişiminde bulundum...
    – Gardiyan mı?.. Evet?.. Bu önemsiz bir şey. Üstelik gardiyan hayatta kaldı. Onu biz kendimiz vurduk, çünkü nöbette uyudu, korkaklık yaptı. Bize böyle insanlar lazım değil. Adilov da sağlıklı ve hayatta, ancak siyasi uyanıklığını kaybettiği için onun durumu da tarafımızdan incelenecek... Bunlar hiçbir şey... Asıl meseleden dikkati dağıtıyorsunuz. Gardiyanmış, şuydu, buydu... Gardiyan, bir sinek, bir bit gibi. Siz, liderimize karşı bir komplo düzenlemekle suçlanıyorsunuz... Asıl bundan bahsedin. Anladınız mı? Halk arasında zararlı faaliyetlerde bulunduğunuz için adaletli bir mahkemede hesap vermeniz gerekecek... Toplumumuzun yabancı unsurlarıyla iş birliği yaparak ekonomik, politik, kültürel, ruhani ve ideolojik yaşamımızı lekelediğiniz için sanık koltuğundasınız... Dini propaganda yaptınız, yabancı istihbaratlarla bağlantı kurdunuz, devlet sırlarını düşman devletlere sattınız... Genç neslin eğitimine ciddi zarar verdiniz, ahlaki olarak onları yozlaştırdınız... Evde dini kitapları sakladınız ve gizlediniz... Hurafelere sempati gösterdiniz... Eşinizi eski yasalarla defnettiniz, dualar okudunuz, devletimize karşı tartışmalar yaptınız... Yeğeninizi yurtdışında okumaya gönderdiniz, eğitim sistemimizi eleştirdiniz... Öğrencilere zararlı kitaplar okuttunuz, karşı-propaganda yaptınız... Söylenenlere katılıyor musunuz?..
    – !..
    – Kendinizi suçlu olarak kabul ediyor musunuz?..
    – !..
    – Kurşuna dizilme cezasına çarptırıldınız. Söylemek istediğiniz bir şey var mı?..
    – Hayır...
    – Ceza bu gece infaz edilecek. İnfaz “R” bölgesinde gerçekleştirilecek... Mahkumu götürün...
    Omzundan tutarak onu meşe kapıya doğru ittiler...

    KORO: – Tak!
    Salyangozlar sustu.
    Bazen silah sesleri duyuluyordu:
    – Tak-tarağğ...

    ARİETTA: Daha önce komşu odaya getirilen insanları görmezdi; sadece o odaya başka bir yoldan gidilirdi; O’nun işi, komşu odadan çıkanları alıp götürmek, kanun çerçevesinde belirlenen görevi yerine getirmekti. Ama son günlerde insanlar sadece arka kapıdan değil, onun durduğu meşe kapısından da getirilmeye başlandı. Artık O, getirilenleri görüyor, göz ucuyla inceleyebiliyordu. Getirilenler arasında tanıdık yüzler de vardı. Ancak bu yüzler şimdi taş kesilmiş gibiydi. Son zamanlarda insanlar artık tek tek, ya da iki-üç kişilik gruplar halinde değil, zincirlerle birbirine bağlı gruplar halinde getiriliyordu: bu gruplarda genellikle farklı yaşlardan insanlar vardı. Sabahın erken saatlerinde yine zincirlenmiş bir grup insan getirildi. Bunlar genç erkeklerdi; zayıflamış, güçsüz düşmüş, yüz ifadeleri silinmişti: hepsinin yüzleri ıslaktı. İstemeden açık kapılardan dışarıya göz attı. Gökyüzü berraktı... Uzakta parlayan Hilal, fırtınaya yakalanmış bir kayık gibi sallanarak ufka doğru ilerliyordu. Nedense ona Ay’ın kızgın olduğunu düşündürdü. Yağmur yağmıyordu. Peki, bu zincirlenmişlerin yüzleri neden ıslaktı? Nehre düştüklerine de benzemiyordu; aksi takdirde baştan ayağa ıslak olurlardı. Hayır, yüzlerinde parlayan ter damlaları değildi: kimse nefes nefese kalmış ya da zorlanıyor gibi görünmüyordu... Kesime giden koyunlar gibi, baş başa, omuz omuza kapıdan geçip gittiler. “Bu zavallıların, bu bahtsızların yüzlerindeki bu damlalar nereden geldi?” Belki de bunlar Allah’ın gözyaşlarıydı?! Allah’ın bazen insanlara ağlamaması mümkün mü? Eğer insanı Allah yarattıysa, o da tıpkı yaratıkları gibi ağlayabilirdi. “Galiba kapı kapandı… Kendiliğinden… Tam bir mucize. Kim kapattı bu kapıyı?” Bu anlarda karanlığa açılan KAPI, Allah’ın gözyaşlarıyla ıslanmış kurbanları kabul etmekten bıkmış gibiydi. O, amcası Mardan Halık oğlu’nun bir zamanlar kendisine söylediği sözleri hatırladı: “Ey Allah! Yaratıkların seni unuttu! Allah seni korusun, ey Allah!” Sanki amca bu sözleri tekrar kulağına fısıldamıştı.
    O irkildi. Ancak hızla kendini toparladı ve yeniden kapıya yaklaştı. Yine başını kaldırarak gökyüzüne baktı. Hilal hâlâ gökyüzünde süzülüyordu. Ancak üzerinde küçük lekeler vardı; bu lekeler, sarı bir yaprağın üzerindeki siyah çekirdekleri andırıyordu. Hilalin bir kavun dilimini anımsattığını düşündü. "Ne kadar iştah açıcı!" diye mırıldandı. Keyifle gülümsedi. Sanki hilal de gülümsüyordu.
    Düşünceleri o anda uzaklara, geçmişe, çocukluğuna daldı. Amcası, onu kucağına oturtup ona kitap okur, şiirler öğretirdi... Uzun zamandır o günlere dönmemişti; ya düşünceleri dağılıyordu ya da anıların ince ipi kopuyordu veya sadece geçmişi hatırlamaya üşeniyordu. Geçmişe bakarken korkutucu anlar da gözünün önüne gelirdi... Ama şimdi, nedense o günlere aniden dönüvermişti. Hafızanın ışıldayan ışığı altında, amcasının yanında duruyor, onunla sohbet ediyor, kucağında oturup masallarını, eğlenceli şiirlerini dinliyordu.
    Her insanın çocukluğu, hayatının tertemiz, berrak bir nehridir. Hayatının hangi döneminde olursan ol, o nehre döndüğünde yeniden arınırsın. Çamur içinde boğulan bir insan bile o nehirden bir yudum içse, tekrar kendi öz dünyasıyla, doğallığı ve kutsallığıyla birleşir. O da bir anlığına o temiz nehre dönmüştü... Kıyısında biraz durduktan sonra tekrar bu dar odaya, bu karanlık geceye döndü; o korkunç, ağır kapının açıldığı geceye.
    Meşe ağacından yapılmış ağır kapı, isteksizce, gıcırdayarak açıldı. İki silahlı muhafızın arkasında duran adam, sendeleyerek eşiğe çıktı ve ona hiçbir şey ifade etmeyen bir bakışla baktı... Ölüm mahkumları, kapıdan çıkarken genellikle dikkatle onun yüzüne bakar, sanki öteki dünyada hesap verirken onu iyi hatırlayıp gereksiz bir şey söylememek, sadece doğru ifadelerle konuşmak ister gibiydiler.
    Bakışları kesişti: Bu hiçbir şey ifade etmeyen gözler ne kadar tanıdık gelmişti!.. Mahkum olduğu yerde dona kaldı...
    Adeta mahkûmu daha iyi görmek, onu tam boy görebilmek için, O adım adım geri çekilmeye başladı ve kendini tutamayarak, nefesi kesilircesine bir çığlık attı: Bu onun amcasıydı... Bu Mardan Halık oğlu idi. Bu, O’nun ilk öğretmeni, babasının yerini alan, çocukluktan çıkıp gelen, zihninde az önce bir yolculuk yaptığı çocukluk günlerinden gelen, O’na tatlı masallar ve eğlenceli şiirler okuyan, dizine oturtan, saflık okyanusunun devasa bir dalgasıydı; ve O’nun kıyısını bir anlığına ziyaret etme şansı bulmuştu…
    Adamın hiçbir şey ifade etmeyen bakışı O’nun yüzüne dikilmişti; belki de O’nu tanımamıştı? Keşke öyle olsaydı!
    Peki, şimdi ne yapmalıydı?
    O, bir ağaç gibi odanın ortasında donakalmıştı… Silahlı muhafızlar O’na şaşkınlık ve öfkeyle bakıyorlardı: Yani, biz malı getirdik, neden teslimatı geciktiriyorsun? Muhafızlar O’na hasta gibi bakıyordu. Belki de gerçekten hastaydı? Belki de şu anda O’na hiçbir şey ifade etmeyen bir bakışla bakan bu adam, amcası Mardan Halık oğlu değildi, tamamen yabancı biriydi?..
    Kararını vererek, mahkûmu – idama mahkûm edilmiş olan kişiyi – önüne alıp yürümeye başladı; muhafız kulübesindeki eski lambanın zayıf ışığının bu oda için yetersiz kaldığı, avluda bulunan üç muhafızdan ikisi hızla dışarı çıktı; biri eski lambanın yanına bırakılmış olan yeni bir fener aldı, çıkarken yaktı, sonra bir tüfek ve demir bir kürek aldı; diğeri ise yalnızca tüfek aldı ve mahkûmu karşılamak için dışarı çıktı; geride kalan muhafız üçüne kadar kapıya kadar eşlik etti ve sonra geri döndü. O ve muhafız arkadaşları, idama mahkûm edilmiş adamı önlerine alarak geniş bir toprak yola çıktılar ve ormanın kenarına, Madene doğru yöneldiler…
    Hayır… Evet… Bu adam gerçekten Mardan Halık oğlu idi. Tam da kendisi. Ölüm cezasına çarptırılmış olan kişi – Mardan Halık oğlu – başını gökyüzüne kaldırarak kendi kendine bir şeyler mırıldanmaya başladı. Gökyüzü sisle kaplıydı. Ne Ay görünüyordu, ne de yıldızlar. Orada Yüce Yaradan da yoktu. Ama Yüce Yaradan bir kez ve sonsuza kadar yok olamazdı. Yeniden görünmeliydi.
    Sanki mahkûmu daha iyi görebilmek, onu tüm boyutuyla incelemek istermiş gibi, adım adım geri çekildi ve kendini tutamadan, nefes nefese haykırdı: Bu, O'nun amcasıydı... Bu, Mardan Halık oğlu’ydu. Bu, O'nun ilk öğretmeniydi; babasının yerini alan, çocukluktan gelen ve az önce zihninde yolculuk yaptığı o çocukluk yıllarından gelen amcasıydı. O'na tatlı masallar anlatan, komik şiirler okuyan, dizine oturtan biriydi. Bu, saflığın okyanusundan gelen muazzam bir dalgaydı, ve bu dalganın kıyısına kısa bir süreliğine dokunma fırsatı bulmuştu...
    Adamın hiçbir şey ifade etmeyen bakışı, O'nun yüzüne kilitlenmişti; belki de Onu tanımamıştı? Keşke öyle olsaydı!
    Peki şimdi ne yapmalıydı?
    Oda ortasında bir ağaç gibi donakaldı… Silahlı muhafızlar O'na hem şaşkınlıkla hem de öfkeyle bakıyorlardı: Yani, malı teslim ettik, neden kabulü geciktiriyorsun? Muhafızlar O'na hasta gibi bakıyorlardı. Belki de gerçekten hastalanmıştı? Belki de O'na şimdi hiçbir şey ifade etmeyen bir bakışla bakan adam, amcası Mardan Halık oğlu değildi; belki de tamamen yabancı biriydi?..
    Kabul ederek, mahkûmu - idama mahkûm edilmiş olan adamı - önüne alarak yürümeye başladı; avluda, eski bir lambanın loş ışığının bu odayı aydınlatmaya yetmediği güvenlik noktasındaki odada oturan üç muhafızdan ikisi hızla avluya çıktı; bunlardan biri, eski lambanın yanında duran yeni bir fener aldı, avluya çıkarken feneri yaktı, sonra bir tüfek ve demir bir kürek aldı; diğeri ise sadece bir tüfek aldı ve mahkûmu karşılamak için dışarı çıktı; geride kalan muhafız ise üçünü kapıya kadar uğurlayıp geri döndü; O ve muhafız arkadaşları, mahkûmu önde götürerek geniş bir toprak yola çıktılar ve orman kenarına, Maden'e doğru yöneldiler...
    Hayır... Evet... O kişi gerçekten Mardan Halık oğlu’ydu. Tam da kendisi. Ölüm cezasına çarptırılan kişi – Mardan Halık oğlu, başını gökyüzüne kaldırarak kendi kendine bir şeyler mırıldanmaya başladı. Gökyüzü karanlık bir sisle kaplıydı. Ne Ay görünüyordu, ne yıldızlar. Orada Yüce Allah da yoktu. Ama Yüce Allah sonsuza dek yok olamazdı. Yeniden ortaya çıkmalıydı.
    Sonra yağmur yağmaya başladı. O, başını kaldırarak gökyüzüne baktı. Gökyüzü berraktı, yıldızlar parlıyordu. Bu nasıl bir yağmur?.. Belki de gerçekten Allah’ın gözyaşlarıydı. Muhtemelen Allah da ağlayabilirdi.
    Tüfeği kaldırmadan önce, O, ölüm cezasına çarptırılmış kişiyi baştan aşağı süzdü, nişan almak için uygun bir nokta aradı. Karşısındaki adam, büyük gri bir gölgeyi andırıyordu. Göz açıp kapayıncaya kadar beliren bu gölge, ona amcasını hatırlattı… Uçsuz bucaksız bozkırın üzerine kanatlarını geren bu korkunç, huzursuz gece, bu gri adamı kucaklamak ve saklamak istiyordu…
    KORO.
    Tag
    Tarak
    Tarraag
    Tag-tag-tag
    Tag-tarak-tag-tarak
    Tag-tag-tag
    Tarrag
    Tarak
    Tak

    ARIOZO.Tüm kutsal kitapların, peygamberler tarafından yazılanlar da dahil, amacı tektir: İnsanların kalplerinde Allah’ın ışığını yakmak. İçiniz karanlık; oraya bir ışık kıvılcımı bile ulaşmıyor. Zulmedenleri ne Tevrat, ne İncil, ne de Kur’an doğru yola sevk edebilir. Bu dünyada çektiğiniz acılar, sizi öteki dünyadaki acılarla birleştirecek.
    Kur’an-ı Kerim’in Hac suresinde şöyle buyruluyor:
    Ey insanlar! Rabbinizden korkup sakının! Şüphesiz, kıyametin sarsıntısı büyük bir şeydir.
    Onu gördüğünüz gün, her emziren kadın emzirdiğini unutur, her hamile kadın yükünü bırakır. Ve sen insanları sarhoş olmuş gibi görürsün; oysa onlar sarhoş değildir. Ancak Allah’ın azabı şiddetlidir.
    İnsanlar arasında öyle kimseler vardır ki, bilgisizce Allah hakkında tartışır ve her asi şeytanın ardına düşer.
    Hakkında şu yazılmıştır: “Kim onu dost edinirse, o, onları yoldan saptırır ve onları ateş azabına sürükler.”
    Ey insanlar! Eğer diriltilme konusunda bir şüpheniz varsa, bilin ki sizi topraktan, sonra bir damla sudan, sonra bir pıhtıdan, sonra şekillenmiş ya da şekillenmemiş bir et parçasından yarattık ki size bunu açıklayalım. Ve sizi dilediğimiz kadar belirli bir süreye kadar rahimlerde tutarız. Sonra sizi bir bebek olarak çıkarırız, ardından olgunluk çağınıza ulaşmanız için. İçinizden kimi vefat eder, kimi de hiçbir şey bilmez hâle geldiği en zavallı hayata geri döner. Yeryüzünü kupkuru görürsün, ama ona su indirdiğimizde hareketlenir, kabarır ve her güzel çiftten bitkiler yetiştirir.
    Bu böyledir, çünkü Allah gerçektir; ölüleri diriltir ve O her şeye güç yetirendir. Kıyamet saati mutlaka gelecektir – bunda şüphe yoktur! – ve Allah kabirlerde olanları diriltecektir.
    Allah’tan başka ilah yoktur; O, daima diri ve her şeyin varlığını sürdüren...
    ... Uzakta çakallar uluyordu.

    Ağa Beyk başını gökyüzüne kaldırmış, narin bedenine aykırı bir coşkuyla dua ediyordu. Adeta Allah’ın mektubunu yine Allah’a okuyordu. Ona hayretle ve korkuyla baktı. Ama anlaşılan, Ağa Beyk onu fark etmemişti.
    – Kur’an’da, "Âl-i İmrân" suresinde şöyle buyruluyor:
    Allah’tan başka ilah yoktur; O, daima diri ve her şeyin varlığını sürdüren! Sana hak ile kitabı indirdi, ondan önce indirilmiş olanları tasdik edici olarak. Ve Tevrat’ı ve İncil’i daha önce insanlara bir rehber olarak indirdi. Ayrıca Furkan’ı indirdi. Şüphesiz, Allah’ın ayetlerine inanmayanlar için şiddetli bir azap vardır. Şüphesiz, Allah büyük ve intikam sahibidir. Şüphesiz, yerde ve gökte hiçbir şey Allah’tan gizli kalmaz. O, sizi rahimlerde dilediği gibi şekillendirendir. O’ndan başka ilah yoktur; azamet ve hikmet sahibidir!
    Sabah yaklaşıyordu. Onun sabrı tükenmişti. Ağa Bek sesini daha da yükseltti. Titreyen elleriyle tüfeğini kaldırıp nişan aldı. Tetik çekildi. Kurşun Ağa Bek'in alnına dokundu. Ama Ağa Bek yere düşmedi.
    -"O, sana kitabı indiren Zat’tır; onda bir kısmı muhkem ayetlerdir ki onlar kitabın anasıdır; diğerleri ise müteşabihtir. Kalplerinde eğrilik bulunanlar fitne çıkarmak ve onun tevilini aramak için müteşabih olanlara uyarlar. Oysa onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde derinleşenler ise derler ki: ‘Biz ona iman ettik, hepsi Rabbimizdendir.’ Ancak akıl sahipleri öğüt alır!"
    Ağa Bek'in beyaz gömleği kana bulandı. Ama adam işine devam ediyordu: Coşkuyla Kur'an okuyordu. Tekrar ateş etti.
    -"Ey Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme ve bize katından bir rahmet ver; şüphesiz ki Sen, çokça bağışlayansın!"
    Ağa Bek susmadı. Yeniden bir silah sesi duyuldu; bu sefer kurşun göğsüne isabet etti.
    -"Ey Rabbimiz! Hiç çüphesiz ki Sen, insanlar arasında gerçekleşecek olan bir günde toplayansın."
    Ağa Bek'in sesi daha da yükseldi. Gözleri dehşetten büyüdü.
    -"Şüphesiz Allah, verdiği sözü değiştirmez."
    Kurşun ona işlemiyordu; Ağa Bek dimdik ayakta durmaya devam ediyordu.
    -"Şüphesiz, inkâr edenler..."
    Şaşkın muhafızlar yerlerinde donup kaldılar. Tüm mermiler bitmişti. Ağa Bek hıçkırarak ağladı. Bir süre sonra ileriye doğru yürüdü ve tüfeğin namlusunu adamın şakağına dayadı...
    -"Şüphesiz, inkâr edenler, malları da onları Allah’a karşı hiçbir şeyden kurtaramaz..."
    Ağa Bek sendeledi ama yine de düşmedi. Hatta ileriye doğru gidip dikkatle adamın yüzüne baktı.
    -"... malları da, çocukları da onları Allah’a karşı hiçbir şeyden kurtaramaz..."
    Dehşet içinde geriye doğru çekildi. Muhafızlar da kenara çekildiler. Garipti: Ağa Bek’in elleri bağlı olmasına rağmen koltuğunun altında bir kitap vardı: bu Kur'an'dı. Onu nereden almıştı – anlaşılamıyordu? Hatırlanıyordu ki, bu cılız adamın, sendeleyen bacaklarıyla, ellerinde hiçbir şey yoktu. Beyaz gömleği içinde Ağa Bek, şimdi adeta beyaz bir ışığa benziyordu ve aniden adamın sesi kayboldu. Kitap yere düştü ve sayfaları kendiliğinden çevrilmeye başladı. Rüzgar yoktu ama sayfalar tek tek dönmeye devam ediyordu. Ağa Bek’in bembeyaz sakalından, beyaz gömleğine kan damlıyordu.
    - ... ne de onların çocukları...
    Ağa Bek hâlâ ayakta duruyordu.
    - ... Bunlar ateşe odun...
    Tüfek onun ellerinden kayıp yere düştü.



    EPİLOG
    Sanki bir beşikte, bir salıncakta sallanıyordu.
    Gözlerini açarak etrafa bakmak istedi.
    Gözlerini açtı ama yerinden kımıldayamadı.
    O, toprağa gömülmüştü.
    Ayakları sanki kök salmış ve toprağa işlemişti.
    Eller, ayaklar, kısacası tüm bedeni toprağın altında kaybolmuştu.
    Sadece gözleri açıktı. Gökyüzü kırmızı bir renkle boyanmıştı.
    Ay'ı ilk kez bu kadar yakından görüyordu.
    Garipti, Ay doğrudan ona doğru geliyordu.
    Hayır, yanılmıyordu.
    Ay ona doğru geliyordu...
    Ay
    Ay
    Ay
    Ay
    Ay
    Ay
    Ay
    Ay
    Ay...
    Meğerse Ay'ın elleri varmış.

    Ay, elini öne doğru uzattı. Onun bedenine sanki bir güç doldu.
    Toprağın altından elini kurtardı ve Ay’a doğru uzattı.
    Ay onun elini tuttu.
    Ay, onu kendine doğru çekti.
    Omuzları, bacakları ve nihayet bütün bedeni kurşun kadar ağır, dökme demir gibi toprağın altından kurtuldu. Meğerse Ay’ın soğuk olduğu doğru değilmiş. Sıcak ve yumuşak Ay’ın eline tutundu.
    Artık Ay ile el ele yüzüyordu. Ay’a sıkıca sarıldı.
    Korkuyla aşağıya – Dünya’ya – baktı.
    Bu yerler ona çok tanıdıktı. Son zamanlarda kuruyan küçük bir dere yatağının eski yolu – halk arasında Maden olarak bilinen yer – kızıl rengli ve görkemliydi. Dün vurularak öldürülen insanlarla doldurulmuş olan toprak, sanki nefes alıyormuş gibi titriyordu. Şüphesiz, aceleyle infaz edilen insanların çoğu hâlâ canını teslim etmemişti. Nehir yatağının tamamında garip, ürkütücü bir uğultu, bir haykırışı andıran bir ses duyuluyordu. Çok geçmeden, gri, ıslak topraktan sızan kanın üzerinde karga sürüsü dönmeye başladı. Yaşadığına inanmak istemedi. Dün onu da diğerleriyle birlikte vurmuşlar ve toprakla örtmüşlerdi. Onu vuran O’ydu. Mermi, galiba, kalbinin yanından geçmişti. Göğsündeki kurşun deliklerinden akan kırmızı kan artık kurumuştu. Aşağıda toprak titriyor, nefes alıyordu: sanki yakında başlayacak korkunç bir depremin ilk belirtilerini gösteriyordu.
    Birden, tuttuğu elin Ay’a değil, Tanrı’ya ait olduğunu anladı... Ara sıra yüzüne sıcak damlalar düşüyordu; bunlar Tanrı’nın gözyaşlarıydı. Gökyüzünün kapıları onlar için ardına kadar açılmıştı.
    Yeryüzüne karanlık çökmüştü. Artık Ay, gök kubbeye asılı bir beşik gibi, denizde bir kayık gibi usulca sallanıyordu.

    ÇEVİREN: Akşin



    Firuz Mustafa
    “KAPI” romanının sinopsisi (kısa özeti)
    “KAPI” romanındaki olaylar Sovyetler döneminde Azerbaycan’ın ücra bir köyünde geçmektedir. Roman boyunca kahramanların yaşamı ve olaylar adeta kimi zaman hüzünlü, kimi zaman coşkulu, kimi zaman da korkunç bir müzik eşliğinde ilerler. Bu nedenle yazar, eserin türünü “roman kantat” olarak tanımlamıştır.
    Eserin başkahramanının temel mesleği “halk düşmanlarını” idam etmektir. O, bu “misyonunu” her zaman “vicdanla” yerine getirir. Romanda bu kişinin belirli bir adı yoktur; okuyucuya sadece “O” şeklinde sunulur. “O”, mesleki görevine bağlı kalarak yalnız yabancıları değil, aynı zamanda kendi yakınlarını ve sevdiklerini de emirlere uyarak kurşuna dizmek zorundadır. Başlangıçta bu meslekten hoşlanmasa da, zamanla cellatlığa alışır ve bu işi yürekten sevmeye başlar.
    Öldürülen, idam edilen kişiler ilçe merkezinden uzakta bulunan “Maden” adlı bir bölgede defnedilir. Buralar eskiden altın madenleri iken, şimdi “halk düşmanlarının” isimsiz mezarlığına dönüşmüştür.
    Romanda, baskı dalgaları içinde çırpınan insanların hayatı, kaderi ve trajedisi anlatılmaktadır. Yeni rejim, beraberinde yeni “kurallar” getirmiştir. Repressiya (baskı) makinesi, “halk düşmanı” ilan edilen insanları değirmen taşı gibi ezip yok eder. Bu insanlardan biri de “O”nun amcası Merdan Halıkoğludur. Amca, zamanında anne-babasını kaybeden “O”nu ve kardeşini büyütmüş, onlara sahip çıkmıştır. Ancak Merdan Halıkoğlu, “yeni düzeni” kabullenemez, haksızlıklara tahammül edemez ve bu düzene karşı mücadele eder. Fakat canını kurtaramaz, tutuklanarak hapse atılır.
    Romandaki olayların bir bölümü hapishanede geçer. Tutukluların büyük kısmı masum insanlardır. Bunlardan biri de tanınmış din adamı Bey Ağa’dır. O, hapishanedeki insanlara manevi destek olur, onları umutlu olmaya teşvik eder.
    Romanda genç bir çift olan öğretmen Şamil ve Sevar’ın aşkı ve trajedisi de psikolojik tonlarla işlenmiştir.
    Eserde ayrıca Adilov soyadlı bir polis memurunun ve hainlikle uğraşan Allahkulu’nun rezillik dolu yaşamı da dikkat çekici bir biçimde yansıtılmıştır.
    Romanın sonunda, “O”nun amcası da tutuklanıp onun karşısına çıkarılır. “O”, artık kendi amcasıyla yüz yüzedir. İdam sırası şimdi amcası Merdan Halıkoğlu’na gelmiştir.
    Yeri gelmişken qeyd edək ki, eserin yazarı Firuz Mustafa’nın birçok akrabası – bunlar arasında dedesi Mehrali Mustafa oğlu da vardır – 1930’lu yıllarda baskılara uğrayarak idama mahkûm edilmiştir.
    “KAPI” romanı Azerbaycan’da ve Rusya’da birkaç kez yayımlanmış, okuyucular tarafından ilgiyle karşılanmıştır.

    Firuz Mustafa

    Azerbaycan Cumhuriyeti Onurlu Sanat Çalışanı
    - nesir yazarı, oyun yazarı, filozof

    18 Şubat 1952”de Gedebey/Azerbaycan’da entelektüel bir ailenin mensubu olarak dünyaya geldi. 1975’te Azerbaycan Pedagoji Üniversitesi Filoloji bölümünden mezun oldu ve bir süre öğretmenlik yaptı. 1977-1978 Yılları arasında görevde bulunduğu Sovyetler ordusundan subay rütbesiyle terhis edildi. 1980’e kadar Azerbaycan televizyon kanalında ve Azerbaycan Gençleri gazetesinde muhabirlik faaliyetlerinde bulundu.
    1984 yılında Azerbaycan Felsefe ve Hukuk Enstitüsü'nde doktorasını tamamladı, 1992 yılında doktora tezini savunarak akademik kariyerine başladı.
    Firuz Mustafa, Bakü Avrasya Üniversitesi de dahil olmak üzere birçok üniversitede uzun yıllar profesör olarak dünya felsefesi ve edebiyatı üzerine dersler verdi.
    Maarifçi ve Medeniyet gazetelerinin genel yayın yönetmenliğini yürüttü.
    İlk kitapı 1985’te Gençlik yayınevinden çıktı.
    Firuz Mustafa aynı zamanda bir çevirmendir. Ukrayna, Özbek, Kırgız, Belarus ve Rus şairlerinin şiirleri de dahil olmak üzere dünya edebiyatından birçok bilimsel, felsefi ve edebi eseri Azerbaycan diline çevirdi.
    Azerbaycan Felsefe Cemiyetinin ve Gazeteciler Birliğinin üyesidir.
    Azerbaycan Yazarlar Birliği drama bölümünün başkanı, Tac gazetesi ve Teatr dergisinin kurucusudur.
    Firuz Mustafa 100'den fazla bilimsel, sanatsal ve edebi kitabın yazarıdır.
    Eserleri 10'dan fazla dile çevrildi. 30'dan fazla oyunu Azerbaycan, Türkiye, Rusya ve Ukrayna tiyatrolarında sahnelendi.
    Evli ve iki çocuk babasıdır.























  • oktyabr 2025, Firuz M.

  • 25
Gülüşün dar ağacı

Dəhnəli Məmməd Hacızadə

çəkir ruhumu telə. Onsuzda ruhlar ölmür, ümidsiz olma belə. Paklaşır sənlə içim, bulaqtək duruluram. Səndən qeyri yox seçim, mən sənlə var oluram.......

...Kapı... (roman)(türkce)

Firuz Mustafa

...Kapı... Yazardan “...Kapı...” 1987-88 yıllarında kaleme alınmıştır. 1980’lerin sonunda bu eserin yayımlanması için birçok yayınevine ve dergiye başvurdum, ancak o dönemlerde hiçbir sonuç......

Eləyir rədifli qəzəl Tarzən Zamiq Əliyəvə

Dəhnəli Məmməd Hacızadə

Zamiqin müşayəti ruhumuzu şad eləyir, O gözəl tarzənimiz qaməti şümşad eləyir. Ruhumuz huzur tapır dinləyib Zamiq tarını, Dolanır çöl- çəməni,dağ-dərəni yad eləyir. Zamiq çox da......

Qaranlığıma xoş gəldin...

Şümşəd Hüseynova

Hələ kiçik qızkən bu dünyanın yollarında qaçan zaman hiss etmişdim içimdə nələrinsə tərs getdiyini. Hələ körpəykən arzularımı deyərkən qorxardım. Ona görə yox ki, edilmirdi. Sanki......

Darıxıram (Dedim-dedi)

Dəhnəli Məmməd Hacızadə

Dedim: -- Bir səsini eşidim barı, Deyim bircə kəlmə söz, darıxıram. Unudum bir anlıq dərdi, qubarı, Hərdən insaf eylə qız, darıxıram. Dedi: -- Sənli anlar......

Bir gözüm ölüm, bir gözüm yaşam

Şümşəd Hüseynova

Bəxtim qara gəlib ilk andan, İnsafsız həyata gözlər açandan. Bir gözüm ölümdür, bir gözüm yaşam… Yaşamı aldılar — ölüyəm indi. İnsanlar görürlər, elə bilirlər diriyəm......

Gədadadır (qəzəl)

Dəhnəli Məmməd Hacızadə

Dəyişib çərxi fələk müşkili-dövran gədadadır, Yumubdu gözlərini verdiyi fərman gədadadır. Sehrdir,sirdir gətirib bəxti, düşüb şans əlinə, Şərəfi yoxsa da, şöhrət gədada, şan gədadadır. Elə bil,......

Səssiz Çağırış

Şümşəd Hüseynova

Bir payız səhəri gözlərimi açdığım andan üşüyürdüm. Yerim isti idi, ancaq mən niyəsə buz kimi idim. Ağlamaq istədim, ancaq göz yaşlarım qəsdimə durdu. Sanki həyat......

Olasan (qəzəl)

Dəhnəli Məmməd Hacızadə

Yazmadı bəxt yazanım sən də mənə yar olasan, Eyləyə könlümü şad ömrümə dildar olasan. Üzərək əllərini məndən unutdun sandım, Bilməz idim bu qədər əhdə vəfadar......

Rənglər Pandemiyası

Habil Yaşar

“Rənglər Pandemiyası” romanı 2026-cı ildə nəşr ediləcək Bu tamamilə fərqli bir kitab olacaq... Pandemiya başda olmaqla, həm tarixin qaranlıq dövrlərinə səyahət edəcək, həm......